Cüneyd-i Bağdâdî -Süleyman Ateş hocamızın tercümesiyle verdiğimiz- tefsirinde, varidini ararken büyüyen belanın (imtihanın), nefisleri darmadağın eden etkisini şu cümlelerle tahkim eder:

“Ve her bilmedikleri de kendilerine malûm olur (aklen bildiklerini kaybederler. Allah ile mevsuf olunca O’nun bilgisini alırlar), Hak onlarda hakikat bilgisini yaratınca Hakk’ın huzurunda hakikat ilmiyle görünürler. Hakikat ilmi, onlara kendilerinden değil, Hak’tan gelmiştir, Hakk’a mensuptur. Binaenaleyh bunu duyan şahsa değil, Hakk’a nispet edilir. Bu makam, Allah huzurundaki halisane cehdin kemalidir.

Sonra Allah belâlarına (imtihanlarına) isimler (belirli bir sınır) koymamıştır ki orada durup dinlensinler. Cehtlerinin gerçek mahiyetini bildirmemiştir ki ondan nimetlensinler, Birini, ötekiyle uğraşmaktan alıkoymuş, birini diğerinden ifrat etmiş (yalnız bırakmıştır). Böylece onlar aynı zamanda hem var hem yoktur. Huzurlarında fakd vardır (Allah ile var iken dünyadan yokturlar, dünyada var iken Allah’tan yokturlar). Cehdin kemaliyle müşahededen faydalanırlar. Çünkü Allah onlardan şekil ve manayı silmiştir. Allah’ı kendilerinde bulurlar. Ve O’nu bu yeni hallerinde müşahede ederler. Çünkü bu halde Allah onları istilâ etmiş, onları mahvetmiş vasıflarından geçirmiştir.

Bunun manası şudur: Hakikat (bilgisi) Hakk’ın dilediği gibi ve dilediği zaman Hak’tan gelir. Onları, kendilerine gelen bu hale dayanmak için nasıl ve ne kadar tespit etmişse ve onların kendilerine ait vücudu alıp bu Hak daiyelerini onlara nasıl ve ne derecede vermişse öyle gelir. Onlarda kendi kemali ve tamamı cinsinden bir kemal izhar eder.

Neticede o nimet, insan nimeti cinsinden olmaz. Ve o nimette bir imtihan (belâ) bulunur. Ve bu vücut (varlık), beşerî varlığın aynı değildir. Çünkü Hak onu (beşerî varlığı) gizlemiş ve hakimiyetine almıştır.” (Cüneyd-i Bağdâdî – Hayatı, Eserleri ve Mektupları, tarihsiz)

Cüneyd’in (k.s.) okurunu ilm-i ilahîye / metafiziğe yelken açmaya zorlayan bu tefsirinin konumuz esasında bizi götürdüğü ilk liman, “Sana ruh hakkında soru soruyorlar. De ki: ‘Ruh, Rabbimin bileceği bir şeydir. Size pek az ilim verilmiştir.” mealindeki ayettir. (İsra 17:85)

Zira başvurduğumuz bu alıntı vesilesiyle üzerinde ısrarla durduğumuz aktin inancımız planındaki değerine bir göndermede bulunduğumuz gibi, taşıyıcısı olduğumuz ruhun, Allah’ın sorusunu işiten, anlayan ve cevaplayan olması bakımından zaman ve mekan tahdidinden kurtulmuş olarak, tıpkı su talep eden bir lalenin semaya açık duruşunca, Allah’ın akla düşürebileceği, kalbe indirebileceği mevâride, havâtıra, fütûhata, şevâhide, levâihe, tecelliyata… da açık durma özelliğinde olduğudur.

Bunun hayatımızı kuşatan diğer bir boyutu da, daha sadece O’nun bilgisinde var olduğumuz bir düzeyde iken bizi akt yapmaya layık görerek elimizden tutan Allah’ın (ki, insanlar arasındaki aktler de önce el sıkışmakla veya musafaha ile mühürlenir) haşrimize ve sonrasına kadar elimizden tutuyor olmasıdır. (Ayrıca bkz.: Hud 11:56)

Her iki oluş da “…Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendi katından bir ruh ile desteklemiştir. (Mücadele 58:22) mealindeki ayetle delillendirilmiş ve mezkûr açıklığımız, “Apaçık Kitab’a andolsun ki, iyice anlayasınız diye biz, onu Arapça bir Kur’an yaptık. Şüphesiz o, katımızdaki ana kitapta (ummi’l-kitabi; Levh-i Mahfuz’da) mevcuttur, çok yücedir, hikmetlerle doludur.” (Zuhruf 43:2-4); “De ki: ‘Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar da ilave etsek (denizlere deniz katsak); Rabbimin sözleri tükenmeden önce denizler tükenirdi.” (Kehf 18:109; Lokman 31:27) mealindeki ayetlerle Kitabullah merkezinde ve zikrettiğimiz varid(ler) esasında kalbe indirilecekler konusunda insanı meraklı ve arzulu hale getirmiştir.

Abdülkerim Kuşeyri’nin, Letâfiü’l-İşârât’ındaki şu kaydı, bunlardan kastımızı özetlememiz için inşallah yeterli olacaktır:

“Hz. Musa’nın kitabı levhalarda idi ve Musa o levhalardan okuyordu. Bizim Peygamberimizin kitabını ise Ruhu’l-emin (Cebrail) Hz. Peygamber’in kalbine indiriyordu. Rabbinin kitabı levhalara yazılmış olan ile Rabbinin kitabı kalbinde korunmuş olan arasında ne büyük fark vardır! Onun ümmeti de böyledir. Allah şöyle buyurdu: ‘Bilakis o ilim verilenlerin gönüllerinde apaçık ayetlerdir.’ (Ankebut 29:49).”

Bununla, sanat anlayışındaki “büyük fark” bağlamında İsevîlerin ikonofili olmalarına, Muhammedîlerin ise tahyile itibar etmelerine işaret ettiğimizi de umarak, şimdi yukarıda dile getirdiğimiz hususlardan edebiyatçıların nasiplenişlerine getirelim sözü.