Küresel kapitalist sistemin sayesinde zenginlerin yüzde 1'i, dünya servetinin yüzde 82'sine sahip oldu. Bu istatistikî bilgi, 2017 yılına aittir. Pandemi döneminde belki de bu oran, daha da artmıştır...

Küresel kapitalist sistemin sayesinde zenginlerin yüzde 1'i, dünya servetinin yüzde 82'sine sahip oldu. Bu istatistikî bilgi, 2017 yılına aittir. Pandemi döneminde belki de bu oran, daha da artmıştır. Milyarderlerin daha da zengin olması, gelişen bir ekonominin işareti değil, başarısız olan ekonomik sistemin belirtisidir. Bunun için dünyada sosyal adaletsizlik hat safhasındadır. Peki, bunun sebebi nedir?

ABD ve AB önderliğinde IMF, Dünya Bankası ve Batı’nın kontrolü altında olan diğer uluslararası kuruluşlar aracılığıyla özellikle Sovyet Bloğunun çözülmesiyle birlikte kökü faizli kapitalist sisteme dayanan yeni neo-liberal ekonomi politikaları tüm dünya ülkelerine âdeta dayatıldı. Oluşturulan bu sistemle, refah seviyesi zaten yüksek olan Batı ülkelerinde sosyal politika enstrümanlarıyla yoksulluk sorunu çözülmüşken, dünyanın geri kalan diğer ülkelerinde derin finansal krizler ve kronik yoksulluklar yaşanmaktadır. Batı ülkeleri, kendi toplumlarının sosyal refahını ve adaletini sağlamak için, kapitalist sistemlerini ordo-liberal (hukuk düzeni içeren sosyal piyasa ekonomisi) ve sosyal politikalar ile insanîleştirmeye yönelik girişimlerde bulunurken, diğer ülkelere uyguladıkları vahşi kapitalist yöntemlerle modern iktisadî sömürülerine devam etmektedir.

Buna bağlı olarak dünyada yapılan toplam dış ticaretin, üretim ve yatırımların çok büyük bir kısmı, sanayileşmiş ülkeler arasında gerçekleştirilmektedir. Uluslar arası şirketler ve Batı’lı girişimciler, Üçüncü Dünya denilen yoksul ülkelerde yatırım yapıyorlarsa da bu ucuz işgücünden yararlanmak gibi üretim maliyetlerini aşağıya doğru çekmek ve yüksek kâr elde etmek içindir. Dolayısıyla dünyada artan ticaret ve refahtan geri kalmış birçok ülkenin bu süreçten ancak sınırlı bir biçimde faydalanabilmektedir. Satın alma gücü paritesi üzerinden bir kıyaslama yapıldığında, refah seviyesi yüksek Batı ülkelerinde yaşayan insanların geri kalmış ülkelerde yaşayan yoksullara göre (ülkelere göre) 60-100 kat daha zengin olduğunu söyleyebiliriz.

1987’de dünyada günde 1 dolar veya altında bir gelirle yaşayan mutlak yoksulların sayısı 1,2 milyar iken, bugün bu sayının 2 milyar civarında olduğu tahmin edilmektedir. Bu tablo, zengin ile fakirler arasındaki uçurumun giderek ne kadar derinleştiğini gözler önüne sermektedir. Nitekim 2010 yılından bu yana milyarderlerin serveti, çalışan işgücüne göre altı kez daha hızlı büyürken, son yıllarda her iki günde bir yeni milyarder ortaya çıkmakta ve dünyada milyarderlerin sayısı bugün 2 binin üzerine çıktı.

Peki, küresel yoksullukla mücadele politikaları, modern kapitalist sisteminin bir başka versiyonu olan neo-liberal politikalarla çözülebilir mi? Toplam sayıları belki de binden daha az olan uluslar arası şirketlerin çıkarlarını temsil eden IMF ve Dünya Bankası’nın bu yapısıyla küresel yoksulluk sorununa bir çare bulunabilir mi?

Sermaye sıkıntısı çeken gelişmekte olan ülkeler, neo-liberal politikalara güvenerek, finansal liberalizasyona dönük adımlar atmış, bu çerçevede faiz oranları ve krediler üzerindeki sınırlamaları kaldırmış, döviz piyasalarında kurların serbest piyasada oluşumuna izin vermiş ve uluslararası anlamda sermaye hareketlerinin serbest bırakılmasına yönelik düzenlemeler yapmıştır. Ancak birçok ülke, yeni oluşan uluslararası rekabet şartlarını bahane ederek, ulusal ve özellikle uluslar arası sermaye gruplarının lehine, yoksulların, işgücünün ve alt gelir gruplarının aleyhine olan sosyal politikalarını ihmal etmiştir.

Tamamen liberal/serbest piyasa ekonomisine dayalı bir sisteme geçildiği için, piyasalarda gayri âdil kaynak dağılımı, denetimsiz ve çarpık bir üretim sistemi ve enflasyona yol açan fiyatlandırma eğilimleri oluşmuştur. Bu süreç içinde gelir dağılımdaki adaletsizliğe bağlı olarak bu ülkelerde çalışanlar dahî yoksulluk sınırının altında kalmaya mahkûm edilmiştir. Yeni kaynak oluşturmak adına bu ülkeler, bu sefer özelleştirme çalışmalarına hız vermiş, yerli kamu iktisadî teşebbüsleri uluslararası şirketlere satılmış, istihdamın artması beklenirken, işsizler ordusuna yenileri katılmıştır. Batılı neo-liberal iktisatçıların üçüncü dünya ülkelerine vaat ettikleri “kazan-kazan” propagandası, “kazan-kaybet” gerçeği ile sonuçlanmış oldu.

Velhasıl-ı Kelâm

Batı, iktisadî yönden güçlü olduğu sürece tüm dünyada diğer milletleri sömürme, kendi aralarında savaş çıkartma, sürgün etme ve(ya) asimile etme gibi yöntemleri kullanarak, dünya barışına ağır darbeler indirmeye devam edecektir. Batı kapitalizmi, insanlığın büyük bir kısmını maddî sıkıntı, sosyo-kültürel mahrumiyet ve mutsuzluğa itmekte, azınlık bir kesimi ise maddî refaha çıkarmıştır. Çoğunluğu mutsuz, sadece azınlık bir kesimi mutlu eden bir neo-liberal sistem, sorgulanmayı her halükârda hak etmektedir.

Küreselleşme sürecinde serbest piyasa, sermaye hareketlerinde serbestleşme gibi büyüleyici sloganlar gündeme getirilmiştir. Küreselleşmenin liberalleştirilmesi ile zengin ülkeler, biriken ve artık fazla kâr getirmeyen sermayeleri için yeni ve daha cazip yatırım alanları bulabilmiştir. Kalkınmakta olan ülkeler ise bu sermayeye kolayca ulaşabilmiştir. Ne var ki küresel yoksulluğu azaltmak bir yana her şey, daha da kötüye gitmektedir. Hemen bütün kalkınmakta olan ülkeler, finansal krizlerle ve yoksullukla boğuşmaktadır. Bu ülkelerin, yoksullukla kendi başlarına mücadele edemeyecekleri bir gerçektir. Diğer taraftan Batı’nın hegemonyası altında olan uluslararası kurum ve kuruluşlar da zengin Batı ülkelerinin menfaati doğrultusunda faaliyet göstermektedir. Yoksulluk çeken ülkelerin uluslararası teşkilatlarda yeterli şekilde temsil edilmesi ve seslerini duyurabilmeleri mümkün değildir.  

Bunun için İslâm ülkeleri, birbirleriyle daha çok yakınlaşmalı, oluşturdukları İslâm Kalkınma Bankası gibi finans kurumlarını daha etkin hâle getirerek, Müslüman olsun veya olmasın yoksul ülkelere tamamen üretim ve istihdama dayalı (faizsiz) finansal ve teknik destek programlarıyla yardımcı olmalıdır. Yardım sistemi bürokrasi, israf ve yolsuzluklardan arındırılmalı, alınan borçların da verimli yerlerde kullanılması konusunda hassas olunmalıdır. İslâm ülkeleri acil eylem plânı olarak da küresel bazda hizmet edecek müşterek bir zekât fonu oluşturmalıdır.

Sosyal hukuk devleti anlayışı içerisinde yoksullara dönük zekât ödemeleri, insanlara en azından temel ihtiyaçlarını karşılayabilme fırsatı vermelidir. Yoksullar arasında çok yaygın olan vasıfsız işçi profili, yaygın meslekî eğitim programlarıyla vasıflı hâle getirilmeli ve (faizsiz) mikro-kredilerle girişimcilik yaygınlaştırılmalıdır. Bunlar acilen yapılmadığında küresel kapitalizm, İslâm ülkelerinin sosyo-ekonomik yönden şahlanmasını engelleyecektir. Halbuki maddî yoksulluk ve sosyo-ekonomik yönden geri kalmışlığımız, kaderimiz değildir, cüz’i irademizi ortak akıl ile Hak yolunda kullanmadığımızın bir sonucudur.