“Mine’l-kalbi ile’l-kalbi sebîlâ. – Gönülden gönüle yol vardır.”
Şâirliği, heccavlığı ve nüktedanlığı o kadar öndeydi ki ismi anıldığında beşerin aklına mesleği olan eczacılık gelmezdi. Herkes kendisinin eczacı olduğunu bilir ama ilk anda zihinlerde bir “eczacı” imajı uyanmazdı. Belki de sadece tek alâkası eczacılık olan meslektaşlarının gözünde yaşıyordu o kimliğiyle. Cemiyetse onu daha çok yukarıda zikrettiğim özellikleriyle tanırdı. Zîrâ sahip olduğu o nitelikler, şahsiyetindeki hâkim unsurlardı.
Bu yönden kendisini en iyi açıklayacak mefhumun sosyolojideki “anahtar rol” kavramı olduğunu düşünüyorum. Mutlaka her insanın yaşadığı toplumda oynadığı birden fazla rol vardır. O rollerden birinin diğerlerine göre daha baskın olması ise ona toplumda sahip olduğu statüyü kazandırır. Herkes gibi Memduh Ağabeyin de içinde yaşadığı toplumda oynadığı birden fazla rol vardı. Ama anahtar rolü bir kültür ve sanat adamı olarak oynadığı roldü. Hayatını eczacılıktan kazanmasına rağmen, toplum onu daha ziyâde bir şâir ve edip olarak görüyor, kendisine o pencereden bakıyordu. Bizim de kendisine yakın olduğumuz pencere oydu. Onu hep mesleğini icrâ ettiği Üsküdar’daki mekânında ziyaret etmeme rağmen, o kapıdan geçerken hiçbir zaman bir eczaneye giriyormuşum hissine sahip olmadım. Zaten muhiplerinin gözünde de orası bir ticarethaneden öte, bir gönül adamının açık adresi ve ziyaret mekânıydı.
Nâdânlar eder sohbet-i nâdânla telezzüz;
Dîvânelerin hemdemi dîvâne gerektir
demiş Ziya Paşamız. Nitekim ne zaman hâlinden anlayan bir ehl-i dil yanına uğrasa masa başında üç-beş kelâm ettikten sonra koluna girer ve onu yakınlardaki bir kafeye götürüp ikramda bulunurdu. Gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül muhabbet ister kahve bahane… demiş atalarımız. Kahve eşliğinde o demler tadına doyulmaz bir sohbet ziyafetiyle renklenirdi. Gün içinde verdiği bu kısa molalar onun için de bir tazelenme imkânıydı. Ticaretin sığlığı ve hayatın keşmekeşinden kaçarak gönül iklimine yol bulduğu demlerdi. Mesleğini maîşetini temin etmek için yapıyordu. Yoksa o bir tüccar değil, bir sohbet ve gönül adamıydı. Parayı sevdiğine, bizâtihi paranın kendisine talip olduğuna hiç şâhit olmadım. Onun bütün heves ve meyli gençlik yıllarından itibaren âşinâsı olup tozunu içine çektiği sohbet ortamlarınaydı.
2008-2010 yılları arasında evimde sohbet toplantıları düzenliyordum. Seçkin bir arkadaş grubumuz vardı. Bir akşam evimde kendisini de konuk etmiştim. Mahfûzatında olanları bir sebil misâli dağıtmaktan haz duyardı. O gece de her zamanki cömertliğiyle eteğindeki taşı dökmüş, gönlünden nefesine yol bulanları kayıtsız-şartsız çevresindekilere ikram etmişti.
Sohbet başlamadan evvel bir ara baş başa kalmıştık. O zaman bana; “Eğer babamdan bana bir servet kalsaydı, bu işi yapmazdım. Bütün vaktimi ilim-kültür-sanata harcardım. O serveti de tedârikli kullanırdım ki hiç bitmesin, bana hep yetsin. Ama öyle bir lüksümüz yok. O yüzden de hayatımızın sonuna kadar bu işi yapmak zorundayız.” demişti. Bu sözler bile onun gerçek sevdâsının ne olduğunu ne için yaşadığını gösteriyordu.
Çelebi şahsiyeti ve cana yakın tavrıyla dostları nezdinde bir yıldızdı Memduh Ağabey. Ne zaman karşılaşsak aramızdaki yaş farkına rağmen bana hep; “Nasılsın arkadaşım?” diye hitap ederdi. Yakınlarımdan birinin vefatını duysa mutlaka arar ve başsağlığı dilerdi.
Muhatabını incitmeden onun özel hayatına girip anlamlı dokunuşlar yapabilen âdemoğlunun seciyesi yüksektir. Memduh Ağabey de o âdemlerdendi. Vereceğim şu örnek kendisinin bu husûsiyetini çok güzel bir şekilde yansıtır: Dünya evine girmeden az evvel validem vefat etmişti. Evlendikten kısa bir süre sonra da pederim kalçasını kırmıştı. Tek evlât olduğum için bütün sorumluluk üzerimdeydi. O günlerden birinde yine yanına uğramıştım ki söz arasında birden bana; “Biliyor musun, bu evlilik tam zamanında gerçekleşti. Sen babana bakıyorsun, hanım da sana destek oluyor.” dedi. Güzel, gönül okşayıcı, ârifâne bir dokunuştu bu. Muhatabını anlayan insanın söyleyeceği sözdü. Hâfızama kazınan o anı hiç unutmadım.
Yazının girişinde de ifade ettiğim gibi nüktedan bir insan, mâhir bir heccavdı Memduh Ağabey. Her iki hünerinin muhassalası olan hicivleriyse ona Nef’î ile Neyzen’in vârisi olma imtiyazını kazandıracak evsâftaydı. O hususiyetini de yalnızca ulema ve üdebanın olduğu meclislerde değil, yeri geldiğinde ümeranın huzurunda da sergilemekten imtinâ etmezdi. Tabiî günümüzde örneklerine mebzul miktarda tesadüf ettiğimiz her tür müptezellikten uzak, kendisine has bir ölçü ve necâbet içinde…
13 Haziran 2008 akşamı Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde ölümünün yirmi birinci yıldönümünde Cemil Meriç için güzel bir anma toplantısı düzenlenmişti. Büyük ve hayli kalabalık olan toplantıya başbakan da teşrif etmişti. Memduh Ağabey de programın bir yerinde mûsikî icrâ edecekti. Sahneye çıktı ve icrâdan evvel, belki de o günlerde Anayasa Mahkemesinin açtığı parti kapatma davasından dolayı hayli gerilmiş olan ortamı da bir nebze olsun yumuşatmak adına merhum Nejat Muallimoğlu’nun Politikada Nükte isimli kitabının önsözünde geçen şu anekdotunu nakletti:
Amerikan Yüksek Mahkemesinin baş hâkimlerinden John Marshall, bir gün kitaplığındaki merdivene tırmanır. O yıllarda epey yaşlı ve hâlsiz olan hâkim, en üst rafta bulunan bir kitabı çeker. Çekmesiyle beraber raftaki bütün kitaplar üzerine devrilir ve kendini birden yerde bulur. Gürültüyü işiten hizmetçisi telâş içinde koşar ve hâkimi yerde, etrafa dağılmış kitapların arasında ağrıyan yerlerini kahkahalar içinde ovalarken bulur. Hâkim Marshall, hayret ve şaşkınlık içindeki kadına şöyle der: “Böyle olacağı belliydi. Yıllarca ben kanunları çiğnedim, şimdi de kanunlar benden öç alıyor, beni çiğniyor.”
Memduh Ağabeyin sözü biter bitmez, müthiş bir kahkaha ve alkış tufanı koptu. Yerinde ve zamanında söylenmiş bir sözün, zarif ve latif bir dokunuşun etkisiydi bu hiç şüphesiz. Salon âdeta yıkılıyordu.
Önde oturup arkası dönük olan zevâtı biz göremiyorduk. Ama kendisi bulunduğu yerden protokoldeki herkesi görüyordu. Daha sonraki ilk görüşmemizde bana, nükteyi anlayan başbakanın kendisine bakarak mânîdar bir tebessüm fırlattığını söylemişti. Yaşanmış bir hikâyeden alınan bu sözler, o günlerde devam eden kapatma davasına yönelik güzel bir mesaj, anlamlı bir göndermeydi.
Şahsiyetiyle Üsküdar’a mâl olmuş bir insandı. Câmianın büyüklerinden olup aileden de Üsküdarlı olan mütefekkir ve mutasavvıf Ahmet Yüksel Özemre Beyefendi Memduh Ağabeyin ufulünden yaklaşık on yıl kadar önce âhirete hicret etmişti. Takip eden günlerde şöyle denildiğini hatırlıyorum: “Özemre, bir kültür ve edebiyat muhîti olan Üsküdar’ın bu vasfını kendi şahsında çok güzel bir şekilde temsil ediyordu. Ölümüyle birlikte bayrağı Memduh Bey devraldı.”
Memduh Ağabey aynı zamanda dikkatli bir seyyahtı da. Gezmeyi, görmeyi seviyordu. Özellikle de son yıllarında pek çok memleketi gezmişti. Doğuştan şâir olduğu için de ilham perisi onu gittiği yerlerde de yalnız bırakmıyordu.
Aşağıdaki dörtlük, Selânik’in elimizden çıkışının yüzüncü (2012) yılında hanımefendisiyle birlikte Selânik’i ziyaret eden Memduh Ağabey tarafından Beyaz Kule’nin gölgesinde kaleme alınmıştır. Her mısraı buram buram melâl kokan şu dizeler, hem bir Rumelili olarak gönlündeki dâüssılayı yansıtır hem de onun bir “şâir-i mâderzâd” olduğunu gösterir.
Kederle, yüz sene geçmiş, bu yerden ayrılalı,
Sükûn içinde deniz, paylaşır melâlimizi
Güzelliğiyle, vakarıyla süslüyor hâlâ,
Beyaz Kule’yle Selânik bugün hayâlimizî… **
Kendisini vefatından yaklaşık on sekiz yıl kadar önce o yıllarda müdâvimi olduğum Beşiktaş’taki bir kitabevine gidip gelirken tanımıştım. Dostluğumuzsa ağırlıklı olarak mekânının bulunduğu Üsküdar çevresinde gelişti. Emaneti teslim ettiği güne kadar da devam etti. Kaybolan coğrafyaların hicrânıyla sanatına hâkim o melâl duygusu, her ne zaman oralardan geçsem, alışamadığım bir kaybın hüznüyle artık beni de kendisine râm ediyor. Nasıl geçtiğine bir türlü akıl erdiremediğimiz zamansa, coşkun koca bir sel gibi hızla akıyor. Mâzîye dönüp şöyle bir bakınca ancak, bazı şeylerin farkına varabiliyoruz. Hayatımızın en kesin hakikati olan ölüm, onu bizden ayıralı altı yıl olmuş meğerse. Şaşmamak elde değil… Kendisinden dâima muhabbet ve samimiyet gördüğüm muhterem ağabeyime rahmet ve mağfiret niyâz ediyor, muhibbi olduğu ve derin muhabbet beslediği Efendimizle ehl-i beytine âlem-i mânâda komşu olmasını diliyorum. Mekânı cennet olsun.
* Bu yazı Ocak 2025’te yayımlanan Tuna’dan Boğaziçi’ne Bir Ses: Memduh Cumhur kitabından alınmıştır.
** Selânik’e ilişkin bu dörtlüğü ilk okuduğumda mest olmuştum. O yüzden de hemen kaydettim. Fakat nasıl olduysa daha sonra onu bulamadım. Bunun üzerine Memduh Ağabey’i arayıp istedim. O da bana: “Bende de yok arkadaşım! İlham gelince yazıp Facebook’ta paylaşmıştım. Ama şimdi elimin altında değil. Eğer biri bana onun bir mısraını hatırlatsa, gerisini çıkarırım.” demişti. Tuna’yla Hasbihal isimli eserinde de yoktu o dörtlük. Sanal ortamda kaybolmuştu maalesef. Vefatından sonra da hep bir yerlerden çıkmasını bekledim. Aklıma geldikçe de onu nerelerde bulabileceğimi düşündüm. Geçen sene bilgisayarımdaki bir klasörün içinde karşıma çıktı. Çok sevinmiştim. Kaybolmaması, kitaplarının yeni baskısında yer alması için de bilâhare götürüp muhterem refîkası Selman Yenge’ye teslim ettim. Böyle bir şeye vesile olmaktan dolayı duyduğum mutluluğu ise kelimelerle anlatamam.