Laisizmin Adımları

Laisizmin toplumumuzu etkilemesi, beyinleri değiştirmesi bir anda olmamıştır. Batı’ya ayak uydurmaya başlamamızla birlikte yavaş yavaş, adım adım bastığı yeri bile bile gelmiştir laisizm.

Batı karşısında apışan, şaşıran Tanzimat aydını, “ne yardan ne serden” geçiyor; hem Batılılaşmayı şart görüyor, hem de manevi değerlerimizin korunmasını istiyordu. İslâm ahlak ve faziletinin savunucusudur Tanzimatçı. Ama bununla birlikte Batılı bir düzen anlayışından yanadır. O, Batı düzenini, Batı uygarlığının özel bir realitesi olarak idrak edemiyordu. Bu düzeni beşeriyetin ulaştığı tabii bir doruk olarak görüyordu. Bizim bu noktaya neden varamadığımızın esefi içerisindeydi.

Tanzimatçıların en muhafazakârları, yani İslâmiyet’e en saygılı olanları bile Batı’nın düzenine hayrandır. Onu, İslâm uygarlığının düzen biçimine aykırı görmemiştir. Hatta Batı uygarlığının, İslâm’dan yararlanılarak geliştirildiği inancındadır. “Avrupalı medeniyeti bizden almıştır.” düşüncesinden kalkarak Batı uygarlığını “Müminin kaybolmuş malı” saymışlardır. Onların ticari alışverişlerindeki doğruluklarından, işlerine yalan dolan karıştırmadıkların bahisler açarak, bütün bu faziletlerin gerçekte İslâm’a ait olduğunu, İslâm’dan alındığını söyleyerek propaganda etmişlerdir.

Bunlar, bizde laik bir toplum oluşturmanın merhaleleridir hep. “Batı’nın ilmini, fennini alalım, fakat inancımızdan fedakârlık etmeyelim” zihniyeti, gide gide sevmeye başladığımızın; onun hayatını, insanını idealize ettiğimizin kesinleştiğini ifade eder. Aydınımız, ilerlemiş olmanın yani “terakki etmenin” ancak Batılılaşma ile mümkün olacağına inanınca “vazgeçemediği yâr” olan İslâm’ı, Batılı olmamızı engellemeyen bir inanç olarak göstermeye kalkmıştır. İşte onların “Din terakkiye mâni değildir.” diye klişe hâline getirdikleri cümlenin altında bu mana yatar. Yani dinimiz Batılılaşmaya karşı değildir, diyorlardı. İslâm’ın ilmi teşvik ettiğine dair birçok ayetleri, hadisleri hep bu fikirleri ispat yolunda kullanıyorlardı.

Bu İslâm’ı Batılılaşmaya uydurmanın ta kendisiydi. İslâm’ı savunuyormuş gibi bir görüntü içerisinde, milleti Batı’ya yaklaştırmanın bir eylemiydi bu. Bazı Batılıların ve Batıcıların İslâm’ı toplumumuzun ilerlemesine engel gibi göstermelerini bahane ederek bu yolda yazılara yazıyor, eserler oluşturuyordu Tanzimatçılarımız. Nâmık Kemal’in Renan Müdafaanamesi bu fikrin ve inancın eseridir. Bu kitapta “İslâm’ın terakkiye mâni olmadığı”na İslâm ahlak ve faziletinin övgüsüne dair ne ararsanız bulabilirsiniz.

Ziya Paşa da demiyor muydu ki:

“İslâm imiş devlete pâ-bendi terakki

Evvel yoğ idi iş bu rivayet yeni çıktı”

“İslâm ümmetindeniz” ama “Türk milletindeniz” hem de “Garp medeniyetindeniz” düsturu, Tanzimatçılardan sonra gelen düsturdur. Uygarlık olarak Batı’ya geçişimizin, daha doğrusu Batı’nın düzen anlayışıyla yetinmeyerek onun uygarlığını da almanın gerekliliğini ilandır.

Görüldüğü gibi Batıcılık ve onun temel devlet felsefesi olan laisizm öyle birdenbire gelivermedi. Hilafetin kaldırılması, laik bir devlet kurulması yolunda yapılan çalışmalar, daha önceki bu kabil faaliyetlerin geliştirdiği bir alan üzerine gelip oturmuştur. Öyle bir alan geliştirilmişti ki laik bir cumhuriyet kurulması tasarısı, hilafetin İslâm’da olmadığına dair bizzat bazı “din adamları”ndan fetvalar alabilecek “din bilginleri”ne bile sahip olmuştu. Açın eski meclis zabıtlarını da görün nice “müderris” efendilerin, hilafeti İslâm’a aykırı bir müessese sayıp onun bir bid’at olduğuna dair yaptıkları meclis konuşmalarını.