Ortaçağda Müslümanların bilimde motivasyon kaynağının ne olduğu sürekli gündeme gelmektedir. Müslüman bilim adamları için ateşleyici unsur neydi? Sürekli sorulan ve cevabı aranan bir konudur bu. Peki sonradan bu araştırma şevk ve heyecanı hangi sebeplerle durdu?

Yazımızda bu soruya cevap bulmaya çalışacağız. Yedinci asırda başlayan ve sekizinci asırda hızlanan bu süreç, inkılapçı ruha sahip olması, Kur’an’ı bilimsel gelişme çerçevesinde ele alması ve onu yorumlamasından doğdu. İslam’la gelen özgürlük ve serbestlik ortamı, değişimci ve yenilikçi kişilerin önünü açtı. Kur’an’ın insanî tercihlere, insan aklına ve tefekküre verdiği önem, buluşçu kişilerin aradığı ortamdı. Kur’an’da bilime büyük vurgu ve teşvik vardı. Çünkü Kur’an, sürekli olarak inananları merak etmeye ve düşünmeye çağırıyordu. Her şeyin araştırılmasını, doğadaki olayların mekanizmalarının ve sırlarının incelenmesini en ince ve en ileri şekliyle istiyordu.

Kur’an’ın mesajlarını doğru okuyan ve yorumlayan bilim adamları ve düşünürler, bilimin bu altın çağında şöyle düşünüyorlardı: Dünyayı olduğu kadar dini anlamanın da yolu fen bilimlerinden geçmektedir. Varlığın hakikatı Allah’ın isimlerine işaret eder, Allah’ın isimlerine dayanır.

Bilimin marifetullaha (Allah’ı bilmeye) vesile kılınması, araştırma için büyük bir şevk kaynağı oldu. Bunun bir delili ve göstergesi olarak kimya biliminin kurucusu olarak bilinen Cabir bin Hayyan’ın şu sözleri meşhurdur:

“Her zerrede bir hareket vardır, gökteki yıldız ve gezegenlerin hareketinde olduğu gibi. Her maddenin en önemli özelliklerinden biri harekettir. En küçük zerrelerde bile bir hareket vardır ve bu onların en küçük özelliğidir. Durma ve hareketsizlik diye bir şey yoktur. Hareket kâinatın biricik Yaratıcısının yaratıştaki sanatıdır. Öyle ise insan da Allah için hareket etmelidir. İnsan yeryüzünün halifesi ve küçük bir kâinattır. Kâinatın bir numunesidir, bütün varlıkların özetidir. Bu hareketin araç ve yöntemi ise hikmettir. Hikmetten istifade edilince hareket bir yol, yöntem olur ve bununla insan yücelmeye başlar. Bu insanların iç dünyalarını değiştiren gerçek kimyadır ki, yıllardır gece gündüz bunun peşindeyim. Allah’ın yeryüzündeki övgüyle söz ettiği halifesinin özelliği budur.”

Bilim adamlarının nasıl bir şevkle çalıştıklarını bir derece anlamak için Cabir bin Hayyan’ın bu sözleri bir fikir verebilir. Bu sözler o döneme ait düşünce yapısını ve Müslümanların bilimdeki motivasyon kaynağına da işaret etmektedir.

Motivasyon Nasıl Söndü?

Müslümanların 12. asırdan itibaren bilimde motivasyonlarının zayıflaması üzerine çalışmalarda bulunan Şakir Kocabaş [1], Müslümanların düşünce sorunlarının temelde kavram kargaşasından kaynaklandığını farkederek bir dizi çalışmalar yapmıştır. Bu çalışmalarda Müslümanların bilimde motivasyonu nasıl kaybettiği sorusuna cevap aranmaktadır.

Şakir Kocabaş ve grubunun araştırma çalışmalarının gösterdiği gibi, “İslam tarihinde ilim kelimesi, ilk defa on birinci yüzyılda kelamcılar tarafından ‘ilmü’d-din’ (din ilmi) şeklinde bir isim tamlaması içinde kullanılmaya başlamıştır. Buradan hareketle daha sonraları ilim (ilm) kavramı, ‘din ilmi-dünya ilmi’ şeklinde kesin bir bölünmeye kadar gitmiştir.”

Bu bölünmüş ilim kavramının sonucu olarak bilimde laiklik, yani bir bütün olan bilimlerin ‘din ve dünya bilimleri şeklinde birbirinden ayırılması’ ilk defa on ikinci yüzyılda Müslümanların düşünce ve eğitim hayatına girmiş oldu.

Müslümanların sonraki yıllarda bilimde duraklamasının kaynağı araştırılırken, bilimsel çalışmaların motivasyonla ve şevkle bağlantısı dikkatlerden kaçmaktadır. Bozulan kavramsal sistemler üzerinde durulmamaktadır. Motivasyon için tekrar kaynağa dönmek ve bozulan kavramsal sistemleri tamir etme ihtiyacı bulunmaktadır. Bu da en başta bilimle dinin, var olan bölünmüşlüğünün ortadan kaldırılması ile mümkün olabilir.

Motivasyon ancak onu besleyen bir kavramsal yapı içinde artar ve gelişir. İnsanları öğrenmeye ve araştırmaya sevk eden şey teşkil edilen şevk ve heyecan ortamlarıdır. Şevki doğuran alt yapı ise doğru bir kavramsal yapıdır. Doğru kavramsal yapının beslediği ortamdır. Aksi takdirde şevki besleyen ve doğuran kavramsal ortam yoksa motivasyon sönecektir.

Yunan Felsefe kavramlarına sahip çıkan ve onları filtresiz şekilde İslam anlayışının içine sokma gayretleri karşısında, başta kelam âlimleri olmak üzere uzmanlar (iyi niyetli korumacı anlayış) karşı çıktılar. Felsefe, aklı esas alan bir düşünce metodu olduğundan, Vahyi dışlayarak kâinatta olan biten bütün hadiseleri salt akıl ile anlamaya çalışmaları, bilimi yanlış ve çıkmaz yollara soktu.

Cenab-ı Hak, Hak ismiyle varlıkları anlamlı kılmış ve hikmetli bir yaratılışla var etmiştir. İnsan akıl gücünün hikmet boyutuyla ve mana-yı harfi bakışıyla varlıklara baktığında, yaratılış amacını görebilir. Bu yüzden bilimi marifete taşıyan ışık Hak ismi olmaktadır.

Eşyadaki sanatların her biri, Allah’ın isimlerinin bir aynasıdır. Kur’an’ı anlamayı birinci hedef seçen Müslümanlarda, kuvvetli bir tabiatı anlama meyli, Kur’an’ın mesajının gereği olarak doğmuştur. Yaratılıştan amaç Hakkı bilmek ve bulmak ise, Hak, tabiatta Allah’ın isimlerinin tecellisidir. Her şey gerçekliğini (bilimsel hakikatını), Cenab-ı Hakk’ın Hak isminden almaktadır. Bu anlayışla Müslümanlar kendilerini Kur’an’ı olduğu gibi tabiatı da bir kitap gibi okuma şevki içinde buldular. Çünkü bilimler marifete; Allah’ı isimleri ile tanımaya, gerçek tevhide (tahkiki imana) basamak halini almaktadır.

Ancak sonraki yıllarda ortaya çıkan bazı fikrî akımlar, Hak kavramı yerine varlık-madde (materyalist anlayış) merkezli kavramları öne çıkardı. Bazı İslam filozofları, Yunan düşünce sistemine dayanan bu felsefi akımların cazibesine kapıldı. Yayılma tehlikesi gösteren “bozuk felsefi akımlara” karşı başta kelâm âlimleri olmak üzere ulema harekete geçti.

Ancak ortaya yanlış bir çözüm çıktı. Alınan tedbirlerin bir parçası olarak bilimler ‘dinî’ ve ‘dünyevî’ (aklî ve naklî) şeklinde ikiye ayrıldı. Halbuki başlangıçtan itibaren bilimler bir bütün olarak değerlendiriliyordu. Bu iyi niyetli ancak korumacı anlayışla fen ve felsefe bilimleri gözden düştü. “Dünyevi” bilim sınıfında kalan felsefe, fen ve matematik gibi bilimlerin gerekliliği bile tartışılır hâle geldi. Anlayış bu şekilde değişince araştırmacı ve gözlemci anlayışın alt yapısı ortadan kalktı. Bilimsel sorgulamanın zayıflaması ile, içe kapanma ve bilimde duraklama devri de bu şekilde başladı.

Problemin Kaynağı: Din Ayrı, Bilim Ayrı Anlayışıdır

Din ayrı bilim ayrı anlayışı esasen tüm problemlerin kaynağını teşkil etmektedir. Hatta bu sebeple bilim inançsızlığa ve materyalizme alet edilmektedir. Çünkü Batıdan ithal seküler bilim, dini dışlıyor ve öğretilerini ateizm üzerine temellendiriyor. Seküler bilimsel anlayış Müslümanları motive etmemekte, bilimde taklit düzeyinde kalmamızı ve Batıya teknolojik bağımlılığı netice vermektedir. 

Seküler bilim, usturuplu ifadelerle “açıkladık, nedenselledik, nasıl olduğunu izah ettik” zan ve algısı oluşturmaktadır. Yani “tabiat, tesadüf, mekanizma, kanun” gibi hariçte (zihin dışında) eşya üzerinde tesir yapabilecek kuvveti olmayan, vehmî veya zihnî kavramlarla veya keşfettiği şeylere isimler verir. Dayandığı kanun ve prensipleri anlatır. Güya anladık ve çözdük zan ve illüzyonu oluşturur.

Böylece bilginin seküler ve menfi düzlemde kalması ile insanımız bir yandan fikir yürütemez (düşünemez-sorgulayamaz) hale getirilirken, bir yandan da kaba ve ilkel ideolojik ve felsefi yaklaşımlarla, insanımızın imanı ve dolayısı ile ahlakı elinden alınmaktadır.

Din ile Bilim Niçin Ayrı Değildir?

Çünkü hak din ile bilimin maksatları birleşmektedir. Fen bilimleri Allah’a ve inanca ait gerçekleri tanımanın aracıdır ve öyle olmalıdır. Bilim; tekniğe, mesleğe ve hayata dair sorulara cevap ürettiği kadar dini hakikatleri anlamaya, insanın görüş alanını genişletmeye de hizmet etmekle mükelleftir. Bilim, tekniğe olduğu kadar kültüre ve medeniyetin gelişmesine de hizmet etmelidir. Bilimler, inanca, dini ve kültürel hayata dair sorulara cevap verdiği ve çözüm ürettiği ölçüde anlam kazanmakta, faydalı hale gelmektedir.

Geniş anlamda olaya bakarsak ülkemizde bilim, kültüre ve dine/inanca hizmet etmediği gibi, büyük ölçüde tekniğe ve ekonomiye de hizmet etmez durumdadır. Ülkemizde asıl problem, bilimin toplumla/halkla etkileşmemesi problemidir. 

İlimler kâinattaki varlıkların Allah’ın isimlerinin tecellilerine birer ayna olmaktadır. O halde bilimsel gerçekleri hakikat eksenli ve Hak ismine bağlı anlatıma (Harfî Bakış, Mana-yı Harfî) [2] kavuşturacak; yani sanatta sanatkârı, eserde ustayı, nimette nimeti vereni gösterecek tarzda sunulabilir.

Din ile bilimin birlikteliği halinde, kadim kültür değerlerimizi ihya edebileceğimiz gibi, ortaçağda olduğu gibi bilim ve araştırmada tekrar motivasyonu yakalayabiliriz ve bilimde öncü hale gelebiliriz. Bu şekilde Cabir bin Hayyanları, İbni Sinaları, Birunî ve Heysemleri, Farabî ve Râzîleri tekrar yetiştirme yolu açılabilir.

---------------------------------------------------------------------------

Not: Bu yazı aynı zamanda Zafer Dergisi, Ekim 2023 sayısında yer almaktadır.

[1] Müslümanların 12. Asırdan itibaren bilimde motivasyonlarının zayıflaması üzerine   çalışmalarda bulunan   Şakir Kocabaş “İnterdisipliner” çalışmaların öncülerinden biridir. “İfadelerin Gramatik Ayrımı”, “İslam’da Bilginin Temelleri”, “Fizik ve Gerçeklik” ve “Anlamlılık Üzerine” adlı kitapları vardır.  Çalışmalarının   merkezinde “gramer analizi” yer almaktadır. Yapay zeka alanında “Bilginin İşlevsel Sınıflandırılması: Bilimsel Araştırma ve Buluşlar Üzerine Uygulamalar” başlıklı doktora çalışması tüm dünyada ilgi odağı olmuştur.Şakir Kocabaş, Müslümanların düşünce sorunlarının temelde kavram kargaşasından kaynaklandığını farkederek  bir dizi çalışmalar yapmıştır. Bu çalışmalarda Müslümanların   bilimde motivasyonu kaybettiği sorusuna cevap aranmaktadır.    Çalışma sonuçlarının bir kısmını Divan dergisinde çıkan makalelerinde   yer almaktadır. Ayrıca çalışma sonuçları  İslamda Bilginin temeller adlı  kitabında yayımlamıştır.  (Şakir Kocabaş, İslamda Bilginin Temelleri, Küre Yayınları)

[2] Bir yazıya baktığımızda dikkatimizi harflere ve kâğıda değil, harflerin birleşmesinden ortaya çıkan “manalara” yöneltiriz. Yazılmış bir mektup gibi düşündüğümüz varlığın manası, ilahi isimlerin yansıma ve tecellileridir ve “bilimsel gerçekler” aslında Allah’ın “Hak” ismine işaret eder. Mana-yı Harfi metoduna göre özellikle fen bilimlerinin kaynağı Allah’ın ‘Hakim’ ve ‘Alim’ isimleridir. “Tevhid” “iki başlılığa” izin vermemektedir. Hâlbuki materyalizme ve ateizme alet edilen bilim dikkatleri manaya değil, harflere yöneltmektedir.
Mânâ-yı harfî; olaylara HAK isminin gözlüğü ile bakabilmektir;  hakikati ve özü ile görmek; eşyaya/varlığa hakikat, hikmet, fıtrat, fazilet vb. boyutlarını görebilmektir. Hz Ali’nin dediği gibi“ben eşyaya, varlığa baktığımda ilk önce Hakkı, Hak tealayı. Sonra varlığı görürüm”. 
Kuran birçok ayeti ile insanı, kâinatı bir kitap gibi okumaya davet eder ve “Yaratılış Sırlarını” anlamaya çağırır. İşte o ayetlerden ikisi:
“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lütfu olmak üzere) size boyun eğdirmiştir. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (Casiye/13).
“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) ALLAH’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler: Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!” (Âl-i İmran, 191).