Cumhuriyetin 100. yılını tamamladığımız  şu günlerde  İsrail zulmü Filistin’de doruğa çıktı.  Sıcak harbin  kapımızı tıkırdattığı günleri yaşıyoruz.  Osmanlının torunları maarifin ve ilmin gücünü henüz layıkı ile keşfedemediği için  tarihteki rolünü icra edemiyor. O yüzden  dünyanın büyük kısmı  sömürü altında, bilhassa islam dünyası zalimlerin pençesinde kıvranmaya devam ediyor.  

18. yüzyılda ticari emperyalizmin acımasız saldırısıyla karşı karşıya kalan Müslüman toplumlar, savunmasız yakalanmış,  Müslüman dünyanın neredeyse  tamamı sömürgeleştirilmişti. Bir zamanlar fethedenler, bozguna uğruyor, kendilerine olan güvenleri kayboluyordu. Batı  mükemmel organizasyonla  planlı gidiyordu. Modern silahlar  moral üstünlük sağlarken telgraf, buharlı gemi, ucuza mal ettiği sanayi ürünleri, satış ve pazarlama yöntemleri, güce  güç katıyor, karşısındakilerini iyice küçümsemesini sağlıyordu. Savaş meydanlarında ölümüne savaşan Müslümanlar netice alamıyor, her seferinde hüsrana uğruyor, imha ediliyordu. Batı’nın bilim ve teknolojideki üstünlüğü yüzünden, Müslümanlar, sömürge valilerinin insafına kalmıştı.

Çağımızın Gücü

Batı geçen yüzyılın başında ve ortalarında çoğu Müslüman topraklarından   çekilmesine çekildi ama, eğitim ve medya yolu ile bu defa ikinci bir sömürge sistemi başlattı:  Eğitimle kimliksizleştirme ve medya ile aldatma düzeni idi bu.  Bu yeni teknolojik kölelik döneminde Müslümanların buluşçu ekonomiye geçmesi engelleniyordu. Tüketimci ve idealsiz  hale gelen halkları bürokrasi ve algı yönetimi ile  dışarıdan yönetmek kolay hale gelmişti.  Ülke insanları kendi içinde kolayca düşman cephelere bölünüyor ve birbirlerine düşman hale getiriliyordu.  Dik durmaya çalışan siyasiler ise, siyasi yelpazenin  hangi tarafında (laik, milliyetçi, İslâmcı, liberal, sosyalist)   durduğuna bakılmaksızın   Batıda yazılan senaryolara göre  her seferinde alaşağı ediliyordu. Müslümanların böğrüne yerleştirilen İsrail  ise ayrı bir bela haline getirilmişti. İsrail Batının gücü yanında  bilim ve teknolojinin de  gücünü  de yanına alarak   İslam dünyasının bir araya gelmesinin önünde en büyük bir engellerden birisi olmuştu.  Bilimden ve stratejik çalışmalardan;  bilim ve araştırma politikalarından habersiz olduğundan, İslam dünyası   İsrail’e söz dinletemiyordu. 

Müslüman ülkelerin liderleri, kendilerini aşağılayanların nitelikli eğitime,  bilim ve teknolojiden aldıkları güce dayandıklarını gördükleri halde bilime sarılıp “en az senin kadar güçlü olacağım” kararını veremiyorlar.

Bürokratik Cumhuriyet

Ülkenin arslanlarına sahip çıkın, yoksa düşmanın köpeklerine yem olursunuz ”  sözünün bir  Filistin atasözü olduğunu duymuştum. Bu sözün bugünler için ayrı bir önemi var.   Bütün üyelerinin toplam sermaye büyüklüğü Güney Koreli Hyndai kadar etmeyen montaj ve rant baronları, acentacılıktan başka maharetleri olmayanlar yerli ve milli olanın karşısına dikildiler. Ekonomik krizler için plan üstüne plan  yaparak yerli ve millinin karşısında durdular. Kimler bunlar? Acentacılar…  Kimi zaman iş adamları derneği kılığında karşınıza çıkarlar. Kimi zaman da muhalefet partilerini  kullanırlar.  Ama her daim  saygın (!)  ve seçkin (!) medya kurumlarını  kullanırlar ve  algı oluştururlar.   Bürokrasiye sızıp mevzuatla ve yasalarla engeller oluştururlar.  Cumhuriyeti demokratik olmaktan çıkarıp, “bürokratik”  cumhuriyet haline  dönüştürürler. Engellemeler olmasaydı,   Türkiye 1940’dan bu yana uçak, ağır silah ve otomobil ihraç eden Dünyanın ilk birkaç ülkesi halini alacaktı.

Artık Toryum Madeni Üzerine Çalışanların Uçağı Dağa Çarpmıyor

1930’lu yıllarda Nuri Demirağ  uçak fabrikası, Nuri Killigil ağır silah fabrikası, Şakir Zümre Bomba fabrikası kurmuş ve ihracat anlaşmaları yapmışlardı. 1961 yılında %100 yerli oto Devrim yapılmıştı. Hepsinin de çeşitli oyunlarla önleri kesildi. Ülkemiz son yıllarda   küreselci çetelere karşı büyük bir kurtuluş harbi veriyor.  Sömürgeci “çakalları” ürküten   gelişmeler oluyor ülkemizde.  Yerli üretimdeki başarı hikayeleri  sömürgeci  “efendileri” çileden çıkarıyor.   “Haçlı güçleri” ve   yerli işbirlikçileri   büyük bir telaş içinde. Türkiye arslanları artık sahipsiz değil.    Artık intihar eden (!)   ve kim vurduya giden  ASELSAN  mühendislerinin  haberlerini duymuyoruz. Toryum madeni üzerine çalışanların uçağı   dağa çarpmıyor.  Eşref Bitlis ve Muhsin Yazıcıoğlu gibi ülke yoluna  kelle koyan  yiğitlerin helikopterleri  kazaen düşmüyor.

Demek ki At Sahibine Göre Kişniyor

Çok  değil, bundan 30  sene kadar  önce  askerimizin PKK teröristinin üstesinden gelecek  tüfeğe bile sahip değildi. Mehmet Ali Brand’ın o meşhur  32. Gün belgeseli programından hatırlıyorum. Programda  zamanın Genel Kurmay Başkanı Doğan Güreş paşaya  istinaden şöyle bir  olay anlatılıyordu: Askerimize verilecek teçhizatımız yok:  Bizim askerin elinde  terörist karşısında  zayıf kalan G-3 tüfekleri var. PKK teröristi ise  elinde kaleşinkofla geziyor. Gittik Kuzey Irak’taki Peşmergeden, dağılan Doğu bloku ve  Sovyet devletlerinden  arta kalan kaleşinkofları satın aldık. Ordumuzu güçlendirdik. MKA, ASELSAN ve TÜBİTAK ve diğer kurumların  bunca tarihi ve geçmişi var. Bu kurumlar çok büyük kurumlar. Peki neredeydi düne kadar bunlar? Şimdiye kadar neden milli ve yerli ürünlere imza atamadılar? Neden bu kurumlar daha önce bu çalışmaları yapamıyordu? Demek ki  at sahibine göre kişniyor. Kurumlarımız devlet iradesini ve desteğini arkasına almış ve bürokratik engellerden kurtulmuşsa “arslanların” önü açılıyor.

Selçuk Bayraktar Dirilişe Alem Oldu

Bürokrasi setlerini aşarak uyanışa öncülük edenlerden Selçuk Bayraktar dirilişe alem oldu. Mahmut Fâruk AKŞİT  (TEİ - TUSAŞ Motor Sanayi A.Ş) , İsmail DEMİR  (ASELSAN) Temel KOTİL  (Türk Hava ve Uzay Sanayi)    Mehmet Gürcan Karakaş  (TOGG CEO) ve daha niceleri… Her biri bulunduğu kurumda destanlar yazıyorlar.  Zarf ile mazruf tetabuk etmesi  lazım. Büyük kurumlarınızın olması yetmiyor. Mesela üniversitelerde henüz zarf –mazruf mutabakatı sağlanamadı. O yüzden  üniversitelerde bunca ARGE merkezleri,   teknoparklar ve merkez laboratuvarları   atıl vaziyette kalıyor. Her şeyden önce   üniversiteleri tek tipleştiren ve halktan bağlarını koparmak için tasarlandığı belli olan  YÖK sisteminden kurtulmanız gerekiyor. Bilgisayar ve cep telefonu  üretmek, onların  işletim sistemini oluşturmak, çip üretmek Türkiye için hiç de zor bir değil. Zamanında yapılan  teşebbüsler zaman içerisinde unutturuldu ve itibarsızlaştırıldı.  ASELSAN tarafından üretilen cep telefonları, kendi döneminde Dünya ile yarışabilecek haldeyken devlet eliyle tanıtımı yapılmamış.  Bir gizli   el bunu  önlemiş.  Bu yüzden her yıl milyarlarca dolar parayı yurt dışına ödemeye devam ediyoruz.

Asıl Problem

Son yirmi yılda Hükümet diğer alanlarda onca yenilikler ve gelişmeler ortaya koyduğu halde eğitimin çağdışı felsefi temellerini ve geri kalmış epistemolojik esaslarını yerinden oynatamadı.

Gençlik arasında inançsızlık, kimliksizlik ve sorumsuzluk dalga dalga yayılıyorsa; aşağılık kompleksi umumi bir araz halini almışsa bunda, tarihi gerçeklere, kültür ve medeniyetimize, inanç ve değerlerimize ayna olamayan mevcut müfredatın payı büyüktür.

Bu çerçevede kendimize soracağımız en önemli bir soru şu olmaktadır: Büyük bir çaba ile tarihimizdeki ve medeniyetimizdeki zenginlikleri ortaya çıkaran günümüzün en büyük bir bilim tarihçisi Fuat Sezgin’in ortaya çıkardığı bilim tarihi gerçekleri müfredatta hak ettiği yeri alamadı. Dünyaca ünlü bilim tarihçisi Fuat Sezgin, Ortaçağda bilimin kurucularının ecdadımız ve Müslümanlar olduğunu kapsamlı çalışmaları ile ortaya çıkardı. Bu gerçekler Batılılarca da kabul edildiği halde müfredatçılarımızca hala görmezden gelinmektedir.

Gizli Müfredat

Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren hayata geçirilen Tevhidi Tedrisat, ülkemizde yerli ve milli eğitim/maarif potansiyellerinin ve alternatiflerinin yönünü/önünü tıkadı. Milli Eğitim Temel Kanunu ve tekelci müfredat; halka rağmen, kendi halkını dışlayan ve ona güvenmeyen uygulamalar olarak devam etti. Tevhidi Tedrisat sebebiyle ülkemiz için yerli eğitim modelleri geliştirenler hiç gündemde olmadı.        

Geçen asırda eğitim ve okullar insanımızın önce “eğip büküldüğü”, sonra da yerleşik paradigma ve ideolojiye köle haline getirildiği bir zaman dilimi olarak geçti. Çünkü bilgi diye modası geçmiş seküler hurafeler, üstelik de jakoben yöntemlerle empoze ediliyor; böylece öğretmen-öğrenci-okul üçgeninde sınav çemberine alınan eğitim, değerlerin ve yeteneklerin öğütüldüğü bir şeytan üçgeninde kalıyordu.

Çağımızda en etkili uyutma aracının  “eğitim” olduğuna en açık bir gösterge, eğitimin sınavlara ve teste dayalı, yani derinliksiz ve kullanışsız bilgiye endeksli hale gelmesidir. Eğitimin bilgiye/teste dayalı yapısı ve uygulamadan uzak hali insanları çözüm üretemeyenler haline getiriyor. Üstelik eğitimin tek doğrulu niteliği sizi kolayca kutuplaşan ve cephelere ayrışan topluma dönüştürüyor.  .

Ülkemizde sömürü eğitim düzenin en büyük psiko-sosyal, kültürel diğer bir ifadeyle ontolojik cinayetleri, önce eğitim sonra da medya üzerinden gerçekleşiyor.  Özellikle, çocuk oyunları ve çocuk filmleri, gençlik ve kadın dizileri tam bir kontrol ve kolonizasyon aracı olmaya devam ediyor.  Bu mankurtlaşma sürecinin değerlerimizi “kurşuna dizen” işlevi var. Savaş meydanlarında yapılamayan tahribatı “gizli müfredat” yapmaktadır. Gizli müfredatın bir kanadı okullar ise, diğer kanadı medya, film ve dizi sektörü olmaktadır. Eğitimin bu yıkıcı etkisine rağmen ayakta kalmaya direniyoruz. Tıpkı depreme rağmen ayakta kalan binalar gibi.

Mesleki eğitim ve uygulama

Eğitimi okula ve binalara hapseden merkezi sınavlar, kanser gibi eğitim sistemini çürütmekte, içini yiyip bitirmektedir. Zorunlu eğitim; meslek icrasını, ziraat faaliyetlerini, üretim ve girişimcilik duygusunu öldürmekte ve herkesi üniversitede okumaya ve terlemeden kazanma yollarına yönlendirmektedir. Her girenin mezuniyetine yol veren üniversite eğitimi ve mevcut merkezi sınav sistemi, alakasız kesimlerde bile üniversite diploması alma isteğini doğurmaktadır. Bu yüzden ülkemiz Almanya ile yaklaşık aynı nüfusa sahip olduğu halde üç kat daha fazla üniversite öğrencisine sahip bulunmaktadır.

Mevcut müfredat ve ders kitaplarından tarihimize ve kültürümüze ait değerleri ve kutsalları kovan mevcut müfredatla yol alamadığımız ve başkalarının kuralları ile kral halini alamadığımız yıllarca görüldü. Çözüm, sanatı ve bilgiyi ahlak ve maneviyat içerisinde öğretecek, eğitimi bir medeniyet yürüyüşü haline getirecek yeni bir yapılanmada görülüyor.

Sağlık, hukuk, eğitim gibi akla gelen her kamu kesimi ticaret alanı haline gelmişse, her fırsatı menfaate dönüştüren ticaret anlayışının ortadan kalkması için yapacaklarımız belli: Eğitim; yaratılış, mizaç ve öğrenme profilini esas alan düzleme çekilirse; “kuşu yüzmeye ve balığa uçmaya” zorlayan yapıdan kurtarılacaktır. Aynı şekilde bizden Batı’ya geçen ve bugün Almanya gibi Batı ülkelerinde başarılı bir şekilde uygulanan usta-çırak ilişkisine dayalı mesleki eğitim usullerinin çağa uygun olarak yeniden gündeme getirilecektir.

Mesleki eğitim

Kutsalı kalmayınca müfredatın, millisi kaybolunca eğitimin makamını her türlü menfaate alet eden yetkililer çoğalmaktadır. Sadece bilgi öğreten ve malumat istifçiliği ile yetinen eğitimin ticarete ve her türlü ilişkilere ahlakî otorite getirmesi mümkün olamamaktadır. Malumat istifçiliği ile yetinen eğitim yolsuzluklara çare olamamakta; helal ve haramı, töre ve ahlakı yerleştirmek mümkün olmamaktadır. Çözüm, ecdadımızın geçmişte Lonca teşkilatı (ahilik okulu) örneği ile gösterdiği gibi sanat ve mesleği ahlak içinde öğretmektir. Çünkü öğrenmek zekânın, yapmak ahlâkın işidir.

İlmin kadın ve erkeğe farz olduğu medeniyetimizde “eğitim” ve “zorunlu” kelimesinin yan yana gelmesi, ülkemizdeki en büyük eğitim yanlışlarından birisidir. 4+4+4 zorunlu eğitimi köyü boşaltmanın ve mesleği öldürmenin aracı oldu. Sanayici esnaftan sürekli duyduğumuz söz: “Çırak bulamıyoruz“. Hangi iş verenle karşılaşsanız nitelikli ara işgücü bulamamaktan şikayet etmektedir. Diploma fabrikaları haline gelen üniversiteler nedeniyle, buradan mezun olan gençlerin ve ailelerin beklentileri yükseliyor. Bu mezunlar ara iş gücüne talip olmuyor. Hâlbuki bir üniversite mezununa karşılık piyasada en az beş on kat insan gücüne ihtiyaç var. En yüksek işsizlik oranının üniversite mezunları arasında olmasına bakarsak plansız yükseköğretim SOS veriyor. Üniversite mezunlarına ülkenin ihtiyacı yok. Çocuklarınızı üniversitelere gönderip hayatlarını karartmayın çağrısında bulunuyorlar işverenler. Mesleki eğitimin değil lisenin zorunlu olduğu şu ortamda meslekler yavaş yavaş ölüme mahkûm oluyor.

Tevhid-i Tedrisat ve Tevhid-i Neşriyat

Ülkemizde yerli ve milli eğitim/maarif potansiyellerinin ve alternatiflerinin yönünü/önünü tıkayan tevhid-i tedrisat, Milli Eğitim Temel Kanunu ve tekelci müfredat; halka rağmen, kendi halkını dışlayan ve ona güvenmeyen uygulamalardır. Ülkemiz için yerli eğitim modelleri geliştirenler hiç gündemde olmadıysa, sebebi Tevhid-i Tedrisat uygulamasıdır.

Müfredat üzerindeki tevhid-i tedrisat gibi tekelci yapının, merkezi müfredat uygulamalarının kalkmasının en önemli getirisi kendimize ait özgün modelleri hayata geçirme şansının doğması olacaktır. Çözüm insanımıza bırakılsaydı, bin yıldır ülkeye âlim, arif ve hâkim insanlar yetiştiren ecdadımızın büyük bir muvaffakiyetle uyguladıkları okul sistemleri, çağın gerekleri ile birleşerek yeniden arz-ı endam edecekti.

Tevhid-i tedristla öğretmenlerin modern dünyada vizyonlarını daraltan müfredat tekelini kaldırdığımızda çocuklara hayattan uzak çağdışı müfredatlar, dayatılmış olmaktan kurtarılacaktır. Okullarımızın, kendini besleyen kaynaklarına dönerek, köklerini bulması ve ruhuna/manaya kavuşmasının kısa ve kestirme bir yolu varsa o da: Müfredat tekelinin kaldırılması, tevhid-i tedrisat uygulamasına son verilmesidir.

Eğitim ve medeniyet merkezi Türkiye

“Türkiye Yüzyılı Projesi”nin en önemli basamağının yerli ve milli bir muhtevaya sahip eğitim sistemi ve müfredatı olduğunu düşünüyoruz. Türkiye Yüzyılı vizyonunda maarif ve eğitime dair projelerin yer almaması büyük bir eksikliği ifade ediyor.  

Türkiye eğer kendi eğitim ve bilim-üniversite modelini teşkil ederse, önce gönül coğrafyamızda sonra, Dünyada bir eğitim merkezi haline gelebilir; ülkemiz eğitim model ve araçlarının en büyük ihracatçısı halini alabilir. Ancak bu yolla dolayısıyla bir medeniyet ve kültür merkezi haline gelebilir.

Türkiye tarihi ve kültürel birikimi ile geçmişte İslami değerlerle insanlığı kucakladığı aslî misyonuna, yüzyıllar boyu verdiği karşılıksız hizmet rolüne tekrar çağrılıyor. Sayın Cumhurbaşkanımızın sadece İslam âlemi ve Afrika’dan değil, Balkanlardan ve dünyanın pek çok yerinden, hatta uzak kıtalardan bile gördüğü büyük teveccühün arkasında bu çağrının olduğunu düşünüyoruz.

Dolayısıyla Türkiye yüzyılı sadece ülkemizde değil tüm diğer ezilen ve sömürülen insanlığın kurtarılmasına ve bu tarihî role bir çağrı anlamına geliyor.

Çözümün Kaynağı

Motivasyon, çalışma yöntemleri, stresi önleme; kaygıyı azaltma yolları, başarıya götüren adımlar, test teknikleri, hızlı okuma yöntemleri vb.”  kullanmak,  eğitimi “öğretmen merkezli” olmaktan çıkarıp, “öğrenci merkezli hale getirmeye çalışmak meseleyi çözmüyor. Bunca metot uyguluyorsunuz. Çağın  öne çıkan   metotlarını kullanıyorsunuz. Arkanıza baktığınızda  bir arpa boyu yol almadığınızı görüyorsunuz.  Kendi kavramlarınızı ortaya koymadığınızdan, kendi ders kitaplarınızı ve kendi bilim anlayışınızı hayata geçirmediğinizden, başkalarının kavramları ile  bir adım bile ilerleyemiyorsunuz. Türkiye’deki  eğitimin dayanaklarını iyi analiz eden  aydın ve münevverlerimiz yerli ve milli modellerin hayata geçirilmesinin gerekliliğini  ısrarla vurguluyorlar. Mesela Yusuf Kaplan’ın şu ifadesine bakalım: 

Başkalarının kavramlarıyla kendi dünyanı kuramazsın.  Dünyaya "kral" olamazsın. Kralların soytarısı olursun yalnızca!”  

Çözümün nerede olduğunu  ise şu cümleleri ile  dikkat çekiyor: “Eğitim meselesi, bir medeniyet meselesidir: Her medeniyet, kendi Yaratıcı, insan ve âlem tasavvuru doğrultusunda kendine özgü bir eğitim idraki geliştirir ve geliştirdiği bu eğitim idraki üzerinde/n kendi insan tipini ve bu insan tipinin hem varolduğu, hem de varettiği hayatı ve hayat tarzını, vasat''ı ve vasıta''ları inşa eder.”

Asıl önemli olan Nurettin Topçu’nun deyimi ile Milli Mektep projemizin ve Maarif Davamızın hayat bulmasıdır.  Maarif davamızı Oktay Sinanoğlu  “gönül+akıl”  birlikteliği şeklinde formüle etmişti.  Bediüzzaman  ise  bilimlerin dinsizliğe alet edilmesine dikkat çekmiş;  “aklın nuru fen ilimleridir, vicdanın ziyası din ilimleridir" (mana-yı harfi)  diyerek çözüm yolunu göstermişti.

Prof. Dr. Osman Çakmak