Özellikle ‘’Siyonizm’’ dendiğinde, İngiltere’de iki dönem başbakanlık yapmış, Yahudi kökenli İngiliz devlet adamı Benjamin Disraeli nedense akla gelen ilk isimlerden değildir. Malumunuz, o isim Siyonizm’in ‘’kurucu babası’’ Theodor Herzl’dir. Benjamin’e derinliğine baktığınızda görürsünüz ki Herzl, aslında Benjamin’in yanında bir hiçtir! Herzl, dünya kamuoylarına ve Osmanlı’ya sunulan bir lansman ikonudur sadece! Benjamin Disraeli, siyasete girmeden önce usta bir hatip ve roman yazarıydı. Daha Herzl, 1860’da doğmadan önce 1844’de yayınladığı ve Oxford’un Dünya klasikleri arasına giren ‘’Yeni Nesil’’, orijinal adıyla ‘’Sybil(*) or The Two Nations’’ adlı kitabıyla, geleneksel ve modern muhafazakarlık kurgusu üzerinden kuşak çatışmalarına atıfla yeni bir dünya ve yeni bir düzenden bahsediyor, bu yeni dünya düzeninin kurucularını ise Rothschild’ler olarak tarif ediyordu. ‘’Rothschild Hanedanı’nın  dünya ekonomisi ve politikasında karar verici bir konumda olmalarının mimarları kimlerdir?’’ diye bir soru sorsak, emin olun ki Disraeli ilk sırada yer alır. Siyonizm ve hedeflerinin teorisyenlerinden olan Disraeli; projeleri çiziyor, ‘’Yahudileri onurlandıran insanlar’’ olan Rothschildler ise uyguluyorlardı. Benjamin Disraeli’nin yakın çalışma arkadaşı olan Lord Edward Henry Stanley, 1851 kışında, birlikte yaptıkları bir gezinti sonrası günlüğüne şunları kaydediyordu:  “Hava o gün çok soğuktu. Heyecanla anlattı. ‘’Filistin!’’ dedi, ‘’doğal nimetlere sahiptir. İhtiyacımız olan şey çalışacak çiftçiler ve onların korunması. Toprak, Osmanlı’dan satın alınabilir. Para, Rothschild’lerden ve ileri gelen İbrani kapitalistlerden gelecek. Türk İmparatorluğu iflasın eşiğinde ve gelir sağlamak için her şeye razı olurlar. Yapılacak şey, toprak üzerindeki haklara sahip kolonilerin kurulması ve güvenliğin teminat altına alınması.’’[1]

Benjamin Disraeli, 1851 yılında kurguladıkları bu planı, yakın dostu Stanley’e anlattığında, Sultan II. Abdulhamid henüz 9 yaşında bir çocuktu. Herzl ise 9 yıl sonra dünyaya gelecekti. Kader ağlarını yavaş yavaş örüyor. Devlet-i Âli Osman; ekonomik krizler, rüşvet, imtiyaz, toplumsal dejenerasyon, kültürel yozlaşma ve cunta hareketleri ve ihanetlerle cebelleşiyordu. II. Mahmut’la ciddi bir kırılma yaşayan Osmanlı’nın köklerinden kopma süreci ve batılılaşmaya geçiş, 31. Osmanlı Padişahı Sultan Abdülmecid döneminde vites büyütüyor, bir yanda Tanzimat fermanı, diğer yanda Kırım Savaşı’yla ekonomisi günden güne zayıflayan Osmanlı, Galata Bankerlerinden borç üstüne borç alıyor, Sultan Abdulaziz’e yapılacak olan büyük operasyon ve ihanete gebe olarak adım adım felakete sürükleniyordu. Tarihi perspektiften bakınca Yahudiler için Filistin meselesi tabiî ki Rothschildler ile başlamıyordu. Napolyon 1799 yılında, Akka kuşatması sırasında, Filistin’deki Yahudilere Kudüs ve civarında bir hükümeti açıktan vaat ederken[2] yine yakın tarih için Filistin’de, bir Yahudi Devleti kurma fikrinin genel olarak bilinen ilk sahibi ise Haham Zevi Hirsch Kalischer oluyordu. Kalischer, 1836 yılında, Amschel Mayer Rothschild’e, Filistin ve Mısır Valisi olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa’dan Kudüs’ün satın alınması için girişimde bulunmasını isterken ne yaptığını bilerek hareket ediyordu.[3] Yani, Rothschild ailesi Filistin meselesi ile, daha Sultan II. Abdulhamid 1842’de doğmadan çok önce ilgilenmeye ve eylem planını adım adım hayata geçirmeye çoktan başlamışlardı bile! Hal böyleyken Prusya Konsolosu Dr. Schultze, verdiği rakamlarla 1850 yılında Kudüs’teki toplam nüfusun 15.610 kişi olduğunu belirterek, 7120’si Yahudi, 5000’i Müslüman, 3390’ı Hristiyan ve 100 kişinin ise Avrupalılar dan oluştuğunu belirterek kayıtlara geçiriyordu. [4] Yani Yahudiler, bölgeye çoktan yerleşmiş ve demografik yapıyı leyhlerine çoktan çevirmişlerdi bile. Bu durumu derinlemesine analiz ederek köklerine indiğimizde ise karşımıza Sultan II. Selim’i ve yakın, çok yakın dostu Josef Nasi’nin çıktığını görüyoruz. Öyle ki II. Selim 1570’li yıllarda, Şam Valisi’ne gönderdiği fermanda şöyle yazıyordu: ‘’Bu adamın senden istediği herşeyi yerine getir!’’ [5] Bu imtiyazı alan Nasi’nin ise en büyük planı, Avrupa’da ‘’baskı’’ altında yaşayan Museviler için bölgede bir site devleti kurmayı amaçlamasıydı. Bu gelişmeleri ise soyuttan somuta çevirme planını bu kez Kopenhag doğumlu tam bir fanatik Yahudi  ve kendini beklenen ‘’Meşiyah’’ olarak gören Danimarka’nın en zengin adamı Oliger Paulli’de görüyoruz. 1695 yılında sistemize ettiği mufassal bir planı hazırlayarak Musevi’lerin Filistin’e dönmelerinin önünü açmak için, İngiltere kralı III. William ve Fransa Kralı XIV. Louis’e takdim eden Paulli vakıasına baktığımızda bir kez daha anlıyoruz ki, Filistin’de bir Yahudi Devleti kurma fikri öyle son yüzyılın bir planı değildi. Bu derinliği gör(e)meyenlerin Filistin Davası’nda kestikleri ahkamları yer yer tv’lerde ve gazete köşelerinde okumaya maalesef devam ediyoruz. Geçmişten günümüze dağın zirvesinden kopan küçük bir kar parçasının, büyüye büyüye nasıl bir çığa dönüştüğünün geldiği nokta Rothschild Hanedanlığı olmuştu. Batı kaynakları Rothschildler’in gücü için bir takım şeyler yazmaktaydı peki bizim araştırmacı fikir adamlarına göre bu güç nasıl oluşmuş ve kaynağı neydi? Gelin detayına Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin önderlerinden Ebüzziya Tevfik’in, Takvim-i Ebüzziya’da, Rothschild’lerin zenginliğinin kaynağını inceleyen yazısından bakalım. Buna göre Rothschild’lerin bu büyük servetin kökeni; ‘’İngilizler ve Fransızlar arasında yaşanan Waterloo Muharebesi’nin sonucunu erken öğrenip (belirleyip) borsada kazandıkları para değildir.’Ebüzziya  Tevfik’e göre bu zenginlik, ‘’Almanya’daki prenslerin servetlerine’’ dayanmaktadır. Tevfik’e göre; ‘’Napolyon savaşları sırasında bazı Alman Prensleri ve Dükaları servetlerini Rothschildlere emanet etmişlerdi. Uzun süren Napolyon Savaşları sırasında bu prens ve dükalardan bazıları ölmüş, Rothschildler yaşayanlara da iflas ettiklerini söylemiş ve ölenlerin mirasçılarına da paraları iade etmemiştir.’’ [6] Yani Hanedan, bu paralara alenen çökmüştür!  Rothschildler, büyük bir ‘’tecrübe’’ ile sağlam temelleri olan mali bir imparatorluk kurmuşlardı. Şimdi ise yeni bir devlet kurmak için harekete geçeceklerdi. Vakit o devleti kurmak vaktiydi! Onlara bir isim lazımdı! PR’ı yapılmış bir marka! Cevval bir gazeteci görünümlü, insan hakları aktivisti, ‘’Der Juden Staat’’ (Yahudi Devleti) adlı kitap üzerinden bir ‘’düşünce’’ ve ‘’fikir’’ adamı mesela! Danimarka’lı Oliger yada Sabatay Sevi gibi ‘’Meşiyah olduğu iddiasını’’ gütmeden (Meşiah’lık iddiaları dindar Yahudileri bölgeye çekmek için yapılmıştır. Çünkü beklenen Meşiah gelmeden İsrail devletini kurmak haramdır) , verilecek emirleri yerine getirecek, yoldan sapmadan, kendini değil, davayı öne çıkartabilecek biri! Salt dini öne çıkartmadan bir ideolojik motivasyonu da ekleyerek, dönemin etki enstrümanı olan tiyatro ile içli-dışlı ve hatta yarın için ‘’Siyonizm’in kurucu babası’’ olabilecek bir ikon! Oyun yazarı, düşünce ve fikir adamı, tiyatrocu, gazeteci, insan hakları aktivisti, idealist Theodor Herzl bunun için ideal bir isimdi. Operasyon için artık düğmeye basılmıştı. Herzl, Viyana’da, Sultan Abdülhamit için çalışan ve onunla iyi ilişkileri olan Polonyalı asilzade Philip Michael Ritter von Newlinski ile tanıştırılmış, 18 Haziran 1896’da Abdülhamit’le görüşmek ümidiyle Newlinski ile İstanbul’a gelmişlerdi. Sultan, Herzl’i huzura kabul etmemiş ama Newlinski, Herzl’in talebini Sultan’a iletmişti. Herzl geri adım atmamış araya önce Alman Kralı II. Willhelm’i ve ardından Sultan’ın lobicisi olarak tanınan Macar asıllı Yahudi Türkolog Arminius Vambery’ide koyarak nihayet  17 Mayıs 1901’de Abdulhamid’in huzuruna çıkmak için 13 Mayıs 1901’de İstanbul’a gelmişti! Bunun için çok uğraşmışlardı! Ve teklifi bizzat Sultan’ın yüzüne karşı söyleyeceklerdi. Sultan’ın ‘’Hayır!’’ deme olasılığı imkansıza yakındı! Osmanlı artık neredeyse tamamen kıskaca alınmıştı! Duyûn-u Umûmiye zaten Osmanlı’nın nefes borusunu çoktan tıkamıştı. Teklif çok basitti. Osmanlı’nın tüm borçlarını silecekler ve Filistin’den küçük bir toprak parçası isteyeceklerdi! Erkan-ı devletten niceleri zaten ikna edilmişti, önlerinde tek bir engel vardı! O isim, II. Abdulhamid’di…

(…)

Sabah Namazı’nı eda etmiş, adeti olduğu üzere oturduğu yerden kalkmamış seccadesi üzerinde İşrak Vakti’ni bekliyordu koca sultan. Devlet-Âli Osman’ın ağır yükünü omuzlayalı 25 yıl olmuştu! Dile kolay 25 yıl! Sakalına düşen aklar, odayı ışıtan kandiller gibiydi. Deruni bir sessizlik kursağında yumru olmuş, boğazına oturmuştu. Yutkunamıyordu! Dingin ve derin bir uykunun tadını unutalı çok olmuştu. Gelen istihbarat raporları kederini arttırıyordu. ‘’Fesat Komitesi’’ boş durmuyor, devasa coğrafyada nefes aldırmıyorlardı, içeride uzantılar olmasa, dışarıyla mücadele bu kadar zorlu olmayacaktı ama en yakınındakilere bile güven duygusunu kaybedecek bir çok gelişme yaşamıştı. Devlet-i Âli, ekonomik olarak hiç olmadığı kadar zor bir duruma düşmüş, uzun yıllardır süre gelen yahudi tüccarlardan borç alma geleneğiyle yer yer aşılmış olan finansal kriz bu kez imkan dairesinden dışarı taşar hale gelmişti. Diz bükmüş, boyun kırmış tefekkür halindeydi Sultan. Aklı ve kalbi arasında ki ummanın soğuk suları zihnini dalgalandırıyordu. Ne yapacaktı? Nasıl yapacaktı? Bu akrep kıskacından nasıl çıkacaktı? Uykusuzluk ve dimağının yorgunluğu, karmaşık düşüncelerin heyulasındaki gözlerini neredeyse kapatmıştı. Sırtına bir ağrı çökmüş, aldığı ihanet hançerlerinin acısı ta kalbini acıtıyordu! Yakaza halinde ağır ağır istiğrak yaşıyor ve kafasındaki sesleri bir türlü susturamıyordu! İçten içe konuşan vicdanımı yoksa aklı mıydı bilemiyordu. Seccadesinin önü, arkası, sağı ve solu Abdulhamid’lerle çevrelenmişti sanki! O ortada oturmuş, bir yanda Sultan-Hakan Abdulhamid, diğer yanda Evlad-ı Osman Abdulhamid! Bir yanda Halife-i Mü’minun, diğer yanda aciz-kul-insan Abdulhamid vardı sanki! Biri konuşuyor, ardından bir diğeri sözü alıyordu, sonra diğeri ve sonra ötekisi konuşuyordu! Yorgun ve güçsüz hissediyordu kendini. Susmuyorlardı bir türlü! Hazır gözleri kapanmışken biraz sussalardı! Ne olur sussalardı ya!

… ‘’Ey Koca Hamid yaşlandın! Belin büküldü! 25 yıldır tahttasın! Feragat et! Yeter! Bırak kurtul! Şehzade Reşad genç, cevval, eğitimli! O aşar bugünleri, ne derde gama büründün?!’’ diye söze başladı içlerinden biri…

… ‘’Devlet-i Ali ayağa kalkar, bugün geri adım atmış gözüksende yarın daha büyük adımlar için imkan bulabilirsin, tahtını da korur, daha uzun yıllar devlete hizmet edebilirsin!’’ diyordu bir diğeri, ardından ötekisi konuşuyordu…

…’’Bak Rothschild, Âli Osman bu kez talepte bulunmadan genç bir temsilci göndermiş! Osmanlı’nın bütün borçlarını ödemeyi taahhüt ediyor. Dedelerin Kanuni ve II. Selim Yahudilere özel imtiyazlar tanımıştı, sen de yapsan ne olur? Bu yük senden öncekilerin hatalarıdır, Duyûn-u Umûmiye kapındaysa suçlusu sen misin? 46 yıl hüküm süren Sultan Süleyman’dan ne eksiğin var! Kabul et! Sonra bakarsın çaresine evelAllah! ’’

-‘’La Havle!’’ çekti bir diğeri, ‘’Şartlar o günle müsavi değil! Bunlara elini verirsen kolunu kurtaramasın! Aklını başına al!’’ diye ekledi sonra.

… ‘’Musevilerin, hem ticari ve hem de dini olarak hiç olmadıkları kadar rahat ettiği dönemleri dedelerin sağladı Abdulhamid! Ağlama Duvarı’nı (Burak Duvarı) bile onlara ibadet etsinler diye ecdadın tahsis etmedi mi? Deden II. Bâyezid, Endülüs’e gönderdiği onlarca kadırgayla binlerce Musevi’nin canını kurtarmadı mı? Yahudilerin, Âli Osman’a karşı ödenemez borçları yok mu? Geçmişte Bahaus’lara Yafa’da tarım arazileri tahsis edilmedi mi? Okullar açılmasına izinler verilmedi mi? Devlet yönetmek risk almaktır. Bu teklifi kabul et! Bulunmaz bir imkan!’’ dedi ötekisi…

Beyni zonkluyordu Abdulhamid’in. Osmanlı’nın tüm dış borçları bir kalemde silinecekti! Böylesi bir fırsat bir daha ele geçer miydi?

… ‘’Osmanlı toparlanır, taht ömrün uzar, ilk fırsatta yine kılıcı kınından çekersin, Hilafet-i Müslümin’in sancağı Topkapı’da, ne zaman istersen göndere çeker, Ümmeti altında toplanmaya çağırırsın. Filistin’den o kadar büyükte bir toprak parçası istemiyorlar!’’ diye ekledi diğeri…

…’’Bak, Alman kralı II. Wilhelm bu gazeteciye şefaatçi olmuş, Dreyfus Davası’nda bu genç Musevi, Fransa ve Almanya’nın tavırlarını gazetesinde korkusuzca yayınlamış. Filistin’den bir avuç toprak istiyorlar! Bilad-uş Şam’a kıyasla bir avuç toprak nedir ki Abdulhamid?! Tüm borçlar silinecek! Ayağa kalkacağız Abdulhamid ne düşünüyorsun, bu fırsatı kaçırma!’’ diyordu bir ötekisi…

Sultan, kul, insan, Halife-i Müslümin Abdulhamid’in bu ve diğer tüm sıfatları birbiriyle mücadele ediyordu zihninde! Tespihi çoktan elinden, boynu ise kalbi üzerine düşmüştü Sultan’ın, uyku ve uyanıklık arasında tam bir yakaza halindeydi şimdi.

(…)

‘’SubhanAllah! Burası neresi?’’ dedi. Altın sarısı bir kubbenin altında buluverdi kendini, başının üstündeki kubbe tavaf istikametinde hızla dönüyordu. Oluşan rüzgardan kubbenin içine ve dışına sesler, silüetler doluyor-çıkıyor, kâh kubbenin sapsarı mozaiklerine çarpıyor, kâh ruhuna değiyordu sanki bu rüzgar. Ürperti sarmıştı tüm vücudunu. Kudüs-ü Şerif’te, Beyt’ul Makdis’te, Kubbet’us Sahra’da idi. Muallak Kaya’sından sanki arşa yükselmiş, arza bakıyordu. Kılıç şakırtısı duydu, biri ‘’Davuud’’ diyordu fısıldarcasına, bir çekicin taşa vurulma sesi geliyordu sanki  kulağına. Süleyman as mabed için zebercet, elmas, yakut, zümrüt mü işliyordu yoksa? İsra Suresi’nin ilk ayetleri okunuyordu ve tüm cihetlerden yankılanan bir ses, ‘’Muhammeed’’ diyordu. Bir papazın gözlerinden dökülen yaşları siliyordu Ömer, sonra at kişnemeleri ve kılıçlardan damlayan kanlar akıyordu yüreğine, siyah sarıklı bir adam tekbir çekiyordu yüksek bir sesle, o fısıltı yine duyuluyor ‘’Selahaddin… Baybars…. Selim…’’ diyordu bir bir. Kundağında konuşan bebek iniltisine kulak veriyor, altın tabaklara konulmuş meyvelere uzanan küçük bir kız eli görüyordu gölgeler arasında sonra. ‘’Meryem’’ dedi o fısıltı. Mabede girdi diye dövülen Hz. Meryem’i hatırladı Abdulhamid. Yaralarını sarıp, gözlerinde ki yaşı silerek uyuduğunda ziyaretine gelen Cennet Kadınları geçiyordu kalbinden. Hz. Asiye, Hz. Hatice ve Hz. Fatıma da sanki oradaydı şimdi. Ağlıyordu Abdulhamid. Cenk ve cehd arasında, şarap ve süt görüyordu altın taslarda! Nur’u Muhammed fevc fevc iniyordu göklerden! Ehl-i Beyt kokuyordu her yer! Kalbi yerinden fırlayacak bir heyecanla Sahra’nın dört kapısından sırayla geçiyordu şimdi. Bab’ul Cennet ( Cennetin Kapısı) istikametinde tahiyyatta bir kadın, başı önde ellerini açmış dua ediyordu: ‘’Evladım Abdulhamid kulunun ferasetini arttır, gözünden perdeyi kaldır Allahım…’’ diyordu. ‘’Gözünden perdeyi kaldır’’ dediğinde başını kaldırarak Abdulhamid’e bakan nurani kadının suret-i beyzasıyla göz göze geldiğinde Sultan, seccadesinde tüyleri diken diken bir haşyetle sıçrayarak bulunduğu halden çıkmıştı. Secdeye kapandı. Uzun uzun ağladı ağladı ağladı. İşrak Namazını kıldı ve seslendi:

-‘’ Tez, Saray Kütüphanemizde vazifeli Şeyh Şukayri’yi çağırın!’’

Daha sonra 4. Orduda Cemal Paşa’nın müftülüğünü yapacak olan Filistin’li Şeyh Şukayri, Sultan’ın huzurundaydı.

-‘’Beyt’ul Makdis kokulu şeyh! Söyle bana Kubbet’usSahra’nın kaç kapısı vardır?

-‘’Dört Kapısı vardır Sultanım!’’

-‘’Batı cenahındakinin adı nedir?’’

-‘’Bab’ul Cennet’tir (Cennet Kapısı) Sultanım!’’

-‘’Muallak Kaya’nın kuzeydoğu köşesinde ne vardır?

-‘’O kısımda belirgin bir şey yoktur Sultanım!’’

-‘’Oraya hemen bir mihrab yaptırın! Adına Fatımat’uzZehra Mihrabı densin!

-‘’Emr-u Ferman Sultanımızındır!’’

-‘’Tahsin Paşa! Bay Herzl’i çağırın! Huzura gelsin!’’

Derler ki; Ulu Hakan’ın, Hz. Fatıma annemizi; namaz ve duada temaşa ettiği o noktaya yaptırdığı mihrab, anlatılmamış nice hikayelerin derinliği içinde o gün bugündür mütevazi bir ev sahipliğiyle misafirlerine ‘’Hoş Geldiniz’’ der. Filistin’in kızları, anneleri Fatıma’nın izinden giderken çektikleri çilelerin dayanılmaz ızdırabından Rab’lerine o mihrabtan niyazda bulunurken gözyaşlarıyla ıslatırlar Ulu Hakan’ın yaptırdığı o mihrabı. Yine derler ki; o mihrapta namaz ve dua ile secde eden Aksa’nın kızlarının akıttıkları hacet gözyaşları ve göğe salıverdikleri dualar, en çıkmaz anlarda bile cevapsız kalmamıştır! Kalmaz!

Aradan çok geçmedi, rivayet odur ki Annelerin Annesi Fatımat’uzZehra, evladı Abdulhamid’i rüyasında bir kez daha ziyaret etti ve ‘’Evladım! Beyt’ul Makdis’te Fatımalar, Meryemler namaz vakitleri muzdariptir. Kubbet’us Sahra’yı sadece onlara tahsis et!’’ buyurdu.  II. Abdülhamid büyük masraflarla zemine değerli İran halıları döşetti, ortaya görkemli bir kristal avize astırdı ve Sahra’nın eskiyen çinilerini yeniletti. O günden beri Kubbet’usSahra başta Cuma Namazları olmak üzere tüm namaz vakitlerinde hususen hanımefendilere ayrılmıştır. Ve günümüzün Meryem’leri, Asiye’leri, Fatıma’ları, annelerinin hatıralarıyla kucak kucağadırlar. Cennet Mekan Abdulhamid ise Davası Kudüs uğruna tahtından olmuş ama mü’min yüreklerdeki milyonlarca tahtta kıyamete dek sürecek bir hürmet ve muhabbetle yer bulmuştur. 4-10 Şubat, Sultan Abdulhamid’i Anlama ve Anma Haftasında,  vefatının ve Kudüs-ü Şerif’in işgalinin 103. yılında ulu çınar, Kudüs Ser Muhafızı, Sultan Abdulhamid-i Sani’yi rahmetle anıyor ve aşk ile diyoruz ki;

Sultanım!

Sistemize ettiğiniz, güncellendi!

Elimizde zeytin dalı, hedeflerin(m)ize kararlı adımlarla yürüyoruz!

El Bab, Afrin, Zeytin Dalı, Barış Pınarı, İdlib, Karabağ, Akdeniz, Mavi Vatan!

Şartlar çok zor ama yürüyüş mehteran üsûlüde olsa devam ediyor!

Ahd ettik! Sizi devirenler, devrilecek!

Sığınağımız, El MunteQiym!

Azığımız, mazlumların duası!

Kızılelma, Kudüs!

103 yıllık hasretinizden gayri bir derdimiz yok şükür!

Ellerinizden öperiz!

“Neyseki yarın var. Umutların en sevdiği gün”

Bülent Deniz – Habervakti.com Genel Koord.

@bulentdenizim

İnsta: @bulentsea

http://www.bulentdeniz.com

* (Sybil): Yunan mitolojisine göre gaipten haber verdiklerine inanılan Apollon rahibeleri

[1] Paul Johnson, Yahudi Tarihi, çev. Filiz Orman, Pozitif Yayınları, İstanbul, 2000, s.445

[2] Mim Kemal Öke, II. Abdülhamit, Siyonistler ve Filistin Meselesi, Kervan Yayın, İstanbul, 1980, s.17

[3] Mim Kemal Öke, Siyonizm ve Filistin Sorunu (1880-1923), Kırmızı Kedi Yayın, İstanbul, 2011, s.31

[4] Martin Gilbert, Jerusalem: İllustrated History Atlas, S.36

[5] Ömer Tellioğlu, Filistin’e Musevi Göçü ve Siyonizm (1880-1914) S.10

[6] Haydar Kazgan, Osmanlı’da Avrupa Finans Kapitali, Roma Yayınları, İstanbul, 1995, s.194

(**) TeoriDergisi - Emre KARAVAİZOĞLU