Nihayetinde hepimiz birer insanız. İhtiyaçları, zaafları, hedefleri, zevkleri, ihtirasları, kinleri, sevgileri ve bütün duygularıyla, tüm fikir ve hesaplarıyla, hepimiz birer insanız.
Kendimizi temize çıkartmaktan, başkalarına iyi ve güzel görünmekten, başarılı ve önemli biri olmaktan, dünyada rahat yaşamaktan vazgeçmeyiz. İman edenlerimiz bunların üstüne bir de ahirette cennetlik olmayı eklerler.

Fikirlerimiz genelde doğru, özelde hep en iyisidir. Davamız her zaman hak ve yolumuz hep en güzelidir.
Arada nadiren de olsa kendini sorgulayanımız, gidişatını değiştirenimiz ve bunu hem kendine hem de çevresine itiraf edenimiz olsa da; biz genel olarak mükemmel insanlar ve müstesna Müslümanlarızdır. 
Varsa kusur başkalarında, eksik ötekilerde, hata berikilerdedir, bizden alası gelmemiştir aleme…
Bundan nasıl bu kadar eminiz sorusunun cevabı bir tane değil ama birkaç tanesini hepimiz biliyoruz.
Kendi eksiklerimizi ve kusurlarımızı göremeyecek kadar başkalarıyla uğraşmak ve birtakım teviller ve kendine has yorumlarla, yaptıklarımızı ve yaşantımızı idealize ederek, buna bütün kalbimizle inanmamız.

Bir kere kendimize inandıktan sonra, yani bir bakıma kendimize tapınmaya başladıktan sonra zaten devamı geliyor. Bu kişisel dinin bütün esaslarını zaten biz belirliyoruz. Helal ve haramları tamamen keyfimize göre. İbadet ve itaatlerin ölçüleri de elimizde. 
Hakim biz, savcı biz, avukat nefsimiz olunca, davayı kazanmak işten bile değil!

Peki bu dava ne?
Kazandığımız nedir?
Elimize geçen ne kadardır?
Ve hepsi bir yana, bu kazancın süreceği ömür ne kadardır?
Ölüme çare bulamadık ya hala, onu hatırlatmak istiyorum…
Ha yok, biz böyle küçük işlerin adamları değiliz. Biz büyük bir dava güdüyoruz. Kimimiz insanlığı, kimimiz ümmeti kurtarırken, bazılarımız da memleketi kurtarmakla yetiniyor. Bunlar aramızdaki en mütevazi kesim sayılabilirler.
Kendimizi ve neslimizi kaybediyoruz.
Dinimizi ve dünyamızı kaybediyoruz.
Bütün bu kayıplar üstüne bir ahiret sarayı inşa edemeyeceğimizi ise düşünmek bile istemiyoruz.
Bizim umut ve korku dengesini kuran gönül terazimizde, nedense hep umut yanı ağır basıyor. Cehennem korkusu semtimize pek uğramıyor. Büyük ve sonsuz bir ateşin azabını tefekkür etmek hoşumuza gitmiyor. 
Cenneti garantileyenlerden olma lüksü, bir heves gibi bizi sarıp sarmalıyor.
Ağzımızın tadı kaçmasın diye ölümü, ölümden sonrasını ve kaçınılmaz olarak gelecek olan hesabı pek hesap etmiyoruz.
Kendimizi kendilerine nispet ettiğimiz, davalarını davamız, yollarını yolumuz bildiğimizi iddia ettiğimiz örnek ve önder şahsiyetlerle aramızda böyle bir fark var. Bu fark bizim onlarla ahirette yollarımızın ayrılmasına sebep olacak kadar büyük ve korkunç!

Hangi konumda olursak olalım, hesabın ve azabın bizi beklediğini unutmamak zorundayız.
Amirler ve alimler de ölüyor, fakirler ve cahiller de…

Kimin hesabının nasıl olacağını hep birlikte göreceğiz. Aramızda hala salih kulların ve iyi insanların var olduğunu biliyorum. Onlarla beraber olmak ve yoldaşlık etmek gibi bir güzel haslete ulaşmak derdinde olmamız gerekiyor.

Davasını gütme iddiasında olduğumuz dinin temelinin emniyet yani güven tesis etmek olduğunun altını çizmek istiyorum. Tabi bunun da gerçek olması gerektiğini, sahte duygu ve davranışların münafıklık olduğunu unutmadan…