Hayatın akışı, zamanın geçişi ile insanlar, farklı bölgelerde farklı sebeplerle, şehirleşme yolunu tutalı tarih kadar eski bir vakıa. Zaman içinde başladığı noktadan çok uzaklara savrulan ve yok olan şehirler olduğu gibi, hiç hesapta yokken öne çıkan, büyüyen ve bir şehir kültürüne sahip yerleşim yerleri de var olageldi.

Verimli topraklara yerleşenler, ticaret yollarının kesiştiği yerleri mesken tutanlar kadar; ilmin ve irfanın ardından giden nesillerin toplandığı, medeniyet kültürünün köşe taşı olan şehirlere de rağbet hiç azalmadı.

Dünyanın kurgusu böyledir. Herkes bir yana ya da bir işe yönelse, meşhur Hoca Nasreddin deyimiyle, “dünyanın dengesi bozulurdu”.

Bütün sebepleri bir araya toplayan ve bugün kendilerine metropol denilen, büyük şehirlerin hikayeleri ise; çoğunlukla karmaşa ve kalabalık üstüne bina edilen, üstüne biraz kültür ve biraz da medeniyet eklenerek, çok net yazılamayan öykülerdir.

Bu konuda önümüzdeki en net örneklerden biri, bizden bir örnek olarak İstanbul olabilir. Kendine has bir lehçesi, kültürü ve tarih içinde biriktirdiği medeniyet ile, kendine has ve özel bir şehir olmayı başaran nadir yerlerden.

Gaziantep’e “doğunun İstanbul’u” dense de, kendi kültürünü ve lehçesini kaybeden bu şehrin, bir medeniyeti olduğunu söylemek, tüm iyi niyetimize rağmen, pek mümkün görünmüyor. Bu şehrin hikayesinde yanlış giden bir şeyler olduğunda hemen herkes hemfikir.

Burası bir ticaret şehri, ekonomik bir cazibe merkezi ve bu, azımsanacak, kenara itilecek bir şey değil.

Buranın önemli yolların kavşağında olması sebebiyle bile, çok farklı kültür ve geleneğin buluştuğu bir yer olması, ihmal edilecek bir açı değil.

Zamanın yıpratmasından korunamayan şehir kültürünün, aldığı göçlerle yaşadığı değişim ve dönüşümlerin sağlıklı gittiğini ne dün söyleyebilirdik ne de bugün söyleyebiliriz. Kendine özgün bir kültürü ve kimliği olan bir yere yeni gelenler, doğal olarak biraz kendilerinden bir şeyler katsalar da, hakim anlayışa uyum sağlarlar. Ya da uyum sağlayarak daha müreffeh bir hayata adım atabilirler.

Ancak, kendi kimlik ve kültürünü kaybetmiş, ne olduğu hakkında kimsenin bir fikrinin kalmadığı ve daha da acısı, kimsenin bunu dert etmediği bir şehirde, yeni gelenlerin uyum sağlayacağı bir düzen değil, katkıda bulunacakları bir kaos vardır.

Bu eksikliğin vebalini ise ne eskilere ne yeni gelenlere çıkartmak doğru olmayacaktır. Bütün mesele, elimizdeki ile en iyisini ve doğrusunu yapabilmek için atılacak adımlardan ibarettir.

Bir şehrin kimliği ve kültürü, birkaç yılda oluşmaz ya da değişmez. Milyonların yaşadığı bu şehirde, kimlik ve kültür, birkaç yüz bin kişi ile de bozulmaz ya da düzelmez.

Peki ideal bir huzur toplumuna giden yolda, illa bu milyonların tamamının aynı noktada buluşması mı gerekiyor?

Bu sorunun cevabı tarihte yaşanarak verilmiş, hem de buralarda, bu topraklarda.

Anadolu’ya ilk yerleşen ve batıya doğru yayılan, daha sonra Selçuklu ve Osmanlı medeniyetlerini inşa edecek ve şehirlerini imar edecek olan insanların sayısı, yerleşik halktan çok azdı. Doğal olarak, yeni bir şehir fethedildiğinde, oraya yerleştirilen Müslüman sayısı da nüfusa oranla azınlıkta kaldı.

Ancak öyle bir kimlik ve kültür, öyle bir örneklik ve güzellik ortaya koydular ki, Saraybosna, Sofya, Selanik gibi şehirler, birer medeniyet merkezine dönüştüler. Konya’ya ilk Müslümanlar hangi tarihte yerleşti hatırlayanınız var mı? Ama bugün ülkenin mütedeyyin şehirlerinin önde gelenlerinden biri olarak anılmaya devam ediyor.

Gaziantep’e daha henüz Ayıntab iken, “Küçük Buhara” denilmesine sebep olan, ilim ve irfan ehlinin yol haritasında yer bulmasını sağlayan kültür ve kimlik; bugün aranmayan kayıplar deposunda ya da terk edilmiş, unutulmuş eşyalar arasında tozlanıyor.

Çok değil ama bir şehri değiştirmeye yetecek kadar kimlik ve kültür sahibi, medeni insana ihtiyacımız var. Bu aradığımız insanlarsa, bu şehirde varlar. Bunları aktif hale getirecek kamu ve sivil irade de var.

Sonucu biz değil ancak gelecek nesiller alacak olsa da, uğrunda emek sarf etmeye değecek bir hikaye yazılabilir. Umut hala var, hem de çok…