Âlem-varlık ‘yaratıldığına’ göre, yaratılmaya bir sebep aranır. Ama daha baştan şeriki olmayan bir ilaha inanıyorsanız, sebebi de sadece O’ndan bilirsiniz çünkü sizin sebep olarak nitelediğiniz her şey yitebilir ve O ilahın varlığı tüm sebeplerin kendine bağlandığı yegâne sebep haline gelir.

Yine de insan aklı, yaratılmadaki aklı sebep-sonuç ilişkilerini kavramada kolaylığı bakımından onu önce kendi hayalinde, aklında, zihninde temellendirmek ister. Bu bağlamda sebep-sonuç / İlah-meluh ilişkisini kendinde(n) temellendirmeye yönelir.

Bundan hareketle ilahın, bu ilişkinin kurulduğu âlemi -ki, âlem aynı zamanda insanın kendisidir- bir ‘kadere göre’ yarattığını öğrenir. Burada kader, ölçü ve denge demektir ve bu aynı zamanda alemdeki imkândan daha mükemmelinin olmadığına işarettir. Âlemdeki mükemmellik insanı kendi ‘ahsen-i takvim’ine götürür ve “En güzel biçimde yaratılma”nın ondaki karşılığını ise İlah’a tevhit ve teslimiyet bağıyla kulluk üzere hamt, şükür, dua (zikir / ibadet) ve niyazda bulunmak olarak kayıtlar.

Bu insan olmanın nirengi noktası ve ideal vasatıdır. Nirengi noktasıdır çünkü bunu idrak edebilme imkânı sadece insana bahşedilmiştir; ideal vasatıdır çünkü aynı zamanda kendisi de bir terazi olan insanın hak terazisindeki dil dengesi (mizan) kendi lehine işlemesi böyle kurulmuştur.

Terazi metaforu Allah’ın adil, yarattığı âlemin ahenk ile ritmi ve insanın meluh olarak sürekli sınanmada oluşuna bir göndermedir.

Sınanma kısaca Misak ayetine (A’raf 7/172) ve bizim yükümlü tutulduğumuz şeriat itibariyle Mezopotamya Akti’ne (Hanifliğe) göre bir sınanmadır!

Meluhun haddine dair ilk bilgi Kur’an’dan ve Hz. Peygamber’in hadislerinden gelendir. İnsanın kendi tefekkürüyle elde edebileceğini sandığı bilginin kaynağı da bunlardır. Allah’ın ve peygamberinin verdiği bilginin nefs esaslı duyusal, hayali, aklî, zannî … bilgiye öncelenmesi her şeyden evvel kul ve ümmet olma edebindendir. Çünkü ilkliği Rabbine ve Peygamberine isnat etmeyenin edebi şirazesizdir.

Edepten bahsettiğimiz yerde onun karşıtı olarak edepsizlikten de bahsediyoruz demektir. O halde edep önce akdine vefa göstermektir. Bu akit, şeriki olmayan tek ilaha teslimiyet şartını ihtiva ettiği için O’nun genelde varlık, özelde insan için koyduğu kanunlara, belirlediği hadlere (sünnetullaha; hukuka) riayet etmek de ahde dahildir.

Bu bağlamda Allah ve peygamberi insan nefsinin akdinden sapma; şirk koşma; yalanlama; itiraz ve çekişme; kibir gösterme; fitne çıkarma; bu dünyaya düşkünlük; kıskançlık; kin; katillik; aldanma ve aldatma; kötülük etme; hırs; hınç; zulmetme; övünme; gösterişte bulunma; ihanet etme; iftira etme; alaycılık; sapkınlık… özelliğine sahip olduğunu bildirmiştir.

Olumlu karşıtlarıyla birlikte edebiyatın konusunu oluşturan bu vb. nefsî özellikler, yukarıda ilettiğimiz akt, tevhit, teslimiyet, bilme ve tefekkür bağlamında Müslümanın edebiyat tutumunu sağlama almasının da şartıdır. Zira ilahın insandan talep ettiği ilk şey imandır ve mezkur özelliklerini doğru kullanabilen nefsinin ilgileri bu zemininde yer alır.

Nitekim İslam öncesi Arap şiiri bir dil şahikası sayılmasına, Mezopotamya Akdi’nden kırıntılar taşımasına rağmen, İslam’ın gelişiyle birlikte o ‘cahiliye şiiri’, her biri büyük şöhrete sahip olan şairleri de birer kafir olarak nitelenmiştir. Çünkü Muhammedî şeriatın tanımları kesindir: İnsan meslek, meşrep, kavim, aile farkı olmaksızın ahde vefası ve sadakatsizliği yönünden ya mümindir ya kafir; ya Müslümandır ya münafık; ya müttakîdir ya fâsık…

Bu tanımlar bir kimliği belirttikleri kadar, insan eyleminin ve düşüncesinin fiilî ve bilkuvve geldiği ve gidebileceği istikameti de ele verir. Bu manada edebiyat -şiir- yukarıdan beri zikrettiğimiz aslî bağlanmanın beyanına dair dillerden bir dil olarak ait olduğu zeminin özünü ve izini gösterir.

Tıpkı İslam diline dair ilk çalışmalarda cahiliye şiirine ‘kelime bilgisi’ bakımından itibar edilmesindeki gibi, -muvahhit de olmadıkları sürece- kafir şairlere ancak onlarda bulunabileceği düşünülen bir bilgi (hikmet, form vb.) cihetinden itibar edilebilir. İtibarın ilk şekli muhabbete bitişmediğinden, ikincisi de bitişmez. Buna rağmen bir muhabbet üretilmek isteniliyorsa, bu talibin münafıklığına yorulur. Bunu izleyen diğer bir kötülük ise kafirin küfrünü silikleştirerek ona muhabbet duyulmasını normalleştirmeye kalkışmaktır. Bunun fıkıhtaki karşılığı ise fâsıklıktır.

Yukarıdaki bilgiler, yorumlar gereğince edebî duruşu sağlama almaktan maksadımızı açıkladığımızı düşünerek artık edebiyatın mahiyet, maksat ve uygulamasını konuşmaya geçebiliriz.