Toplumdaki kamplaşma farklı derinlikler kazanarak büyüyor. Ayrışmanın sadece siyasî tercih ve hayat tarzı farklılığından ibâret olmadığı açık. Mes’elenin kültürel alışkanlıklarımıza hattâ ortak konuşma dilimize kadar inen veçheleri var. Pek dikkat çekmese de ayrışma en umulmadık noktalarda hattâ detaylarda bile kendisini somut tezâhürleriyle açığa vuruyor.
Bugüne kadar ölenin ardından “Nûr içinde yatsın.” demeye alışmış bu toplumun içinden çıkan bir zümre şimdi kalkmış ısrarla “Işıklar içinde yatsın.” diyor. Ana hücrenin mitoz bölünmeye uğrayarak iki yeni hücre oluşturması gibi bir durum bu. Tâbîre teveccüh gösterenler, kendilerini laik(!) olarak tanımlayanlar. Bu uyduruk ifadeyi kullananlar, çoğunlukla eskinin solcuları. Ölmüş arkadaşlarını bu şekilde yâd etmeyi tercih ediyorlar. Ve maalesef bu tâbîr bir kesim içinde fevç fevç yayılıyor. Geleneğin dinamiklerine yaslanarak hayatını idâme ettirmeye çalışan kitlede ise tâbîri kullanmaya dönük bir rağbet yok. Kısacası, tâbîr iki kesim arasındaki ayrışmanın yeni bir uzantısı olarak tebârüz ediyor.
Burada birileri çıkıp; “Ha nûr, ha ışık; ne varmış bunda?” diyebilir. Îkâzımızı hafîfe alabilir. Dikkat çektiğimiz noktayı anlamsız bulabilir. “Ülkenin bu kadar çok mes’elesi varken bu mu bizim derdimiz?” diyebilir. Gerçekte ise konu, hiç de hafîfsenecek kadar önemsiz değil.
Şimdiye kadar hepimizin mutlaka işittiği ve cevabı da vurgusunda mündemiç soru formatlı bir mesaj cümlesi vardır: “Tehlikenin farkında mısınız?” Şimdi aynı soruyu ben soruyorum: Yüzlerce yıldır kullanımda olan, mânâ dünyamıza has güzelim bir tâbîr, yozlaştırılarak ait olduğu aslî cevherinden koparılıyor. Acaba toplum olarak tehlikenin ne kadar farkındayız?
Öncelikle şunu ifade edelim: Işık ile nûr mânâ itibarıyla birbirine müsâvî kavramlar değil kesinlikle. Hem içerik hem de çağrışım olarak ayrıştıkları alan örtüştüklerinden daha fazla. Zikredildiklerinde aynı şeyler tecessüm etmiyor zihinlerde. Nûr metafizik bir keyfiyete yani fizik ötesi bir muhtevâya sahip. Duyularla algılanabilen müşahhas bir mâhiyeti yok. Lügatlerde “Aydınlık, ışık, parıltı, ziya” ya da “İlâhî bir güç tarafından gönderildiğine inanılan parlaklık” diye tanımlansa da bu bizim anladığımız mânâda bir aydınlık değil. Maddî âlemde benzeri olmadığından dünyevî tasavvurlar üzerinden anlatılması ve anlaşılması da tam anlamıyla mümkün değil.
Işık ise tümüyle seküler bir sözcük. Yani sadece dünyevî hayata ilişkin bir mâhiyete hâiz. Zîrâ ışıkla aydınlanan yalnızca insanın maddî dünyası daha doğrusu fizik âlemdeki hayatıdır. Dünyanın günlük devri neticesinde geceyi gündüze çeviren Güneş, bir ısı ve ışık kaynağı olarak nûr ile irtibatlandırılamaz. Geceyi aydınlatan ışıksa insanoğlunun hayatına, Edison’un elektrik ve iletkenler üzerinde yaptığı deneyler sonucunda girmiştir. Işığı öbür dünyaya taalluk eden bir zeminde kullanamayız. Nûrun mâhiyeti ise farklı olup hem dünyayı hem de ukbâyı kuşatan bir mânâ kesâfetine şâmildir. O itibarla tâbîrin orijinalinde değişikliğe giderek ışığı, nûrun yerine ikame etmeye kalkmak her şeyden evvel bir cehâlet örneğidir.
        Nitekim Süleyman Çelebi anıt eserinde;
        Doğdu ol saatte ol sultan-ı dîn
        Nûr’a gark oldu semâvât ü zemîn
Derken Hazret-i Peygamber’in dünyayı teşrîfi neticesinde âlemin nûrla dolduğunu ifade etmektedir. Rûh-beden izdivacı sona ermiş kişinin ardından söylenen; “Nûr içinde yatsın.” ibâresi ise ölenin ebedî hayattaki durumuna ilişkin hayırhâh bir temenni cümlesidir. Biri hayatı teşrîf edişi tebcîl, diğeri ise öleni hayırla anmak için kullanılmaktadır.
Mevlid-i Şerif’in Velâdet Bahri’nde geçen “Nûr’a gark oldu semâvât ü zemin.” ifadesindeki nûr lâfzını çıkarıp yerine ışık kelimesini koyduğumuzda aynı mânâyı karşılar mı acaba?
Nûr aynı zamanda Esmâ-ü’l Hüsnâ’da da geçmekte olup Allah’ın güzel isimlerindendir. Kabrin nûrla dolması, karanlık ve loş bir ortamın ışıkla aydınlanması değil, Cenâb-ı Hâkk’ın rahmetinin ölen kişinin üzerine olması demektir. Buradaki nûr lâfzı rahmete işârettir. Öbür âleme ilişkin rahmet tezâhürü ise bizim beşerî idrâkimizin fevkinde olup dünyadaki nispetler üzerinden de îzâhı nâ-kabildir.
O güzelim “Şaban” isminin yaşadığı mağdûriyet hepimizin malûmu. Onun negatif içerikli bir propagandaya kurban edilişinin üzerinden yıllar geçti. Günümüzde ise isimler, kavramlar değil, tâbîrler hedef alınıyor. Siyasî görüş farklılığı ve hayat tarzı üzerinden ortaya çıkan kutuplaşmadan daha olumsuz ve yıkıcı tesîrler doğurabilecek ve sosyal bünyede zamanla daha derin çatlaklar oluşturabilecek bir zafiyetle karşı karşıyayız.
Türk toplumunun laiklikle imtihanı sadece anayasasındaki ilgili umdenin yanlış yorumlanmasının doğurduğu sancılardan ibâret değil. Yakın zamanlara kadar gerçek anlamda laik de olmadı zaten bu devlet. Ama toplum hızla sekülerleşiyor. Yani her şey, dînî kurum ve değerler dahi uhrevî anlamını yitirip hızla dünyevileşiyor. Dînin hayatımızdaki etkinliğinin azalmasına paralel olarak dînî kavram ve motifler de içtimâî kullanım alanından çekiliyor. Cemiyetin müştereği hâline gelmiş ortak ifade kalıpları bile bu salgın hastalığın pençesinde kıvranıyor. Sekülerleşme dînin toplum içinde yaşayan sosyolojik tezâhürlerine musallat olmuş durumda. Bu durum “Şaban” isminde olduğu gibi bazen sistemli ve hedefli bir politikanın parçası olarak gelişiyor, bazen de spontane bir şekilde ortaya çıkıp zamanla yaygın bir eğilim hâline gelerek bizi teslim alıyor.
“Işıklar içinde yatsın.” sözü “Nûr içinde yatsın.” demenin seküler formu. Bu tavrın psikolojik arka planında kendisini ısrarla dînin sosyolojik tezâhürlerine kapatan bir inat saklı. O yüzden de metafizik âleme gönderme yapan bir söz kalıbı dahi seküler bir kılıfa sokularak servis ediliyor. Bir kesimin tâbîri bu şekilde kullanmakta ısrar etmesi kimlik siyasetinin bir gereği. Gerçekte ise millî birliği hedef alan gizli komplonun bir uzantısı. Toplumun bir kesimini ait olduğu rûh kökünden kopararak kimliksizleştirmenin bir aracı.
“Işık” başka bir yerde kullanıldığında aynı şeyi düşünmüyoruz. Fakat tâbîrin içine girerek “nûr” un yerine ikame edilmeye kalkıldığında algı hemen değişiyor. Bu iki söz kalıbı aynı şeyi ifade ediyor görünse de işiten de değişik tedâîler uyandırıyor ve muhâtaba; karşısındaki şahsın kimliği hakkında farklı mesajlar gönderiyor.  Burada “nûr” ve “ışık” iki ayrı kültürel mensûbiyete işâret ediyor.
Her dînin, ait olduğu toplumun kültürüne yerleşmiş birtakım sosyolojik tezâhürleri vardır. Herkes ibâdetini yerine getirmese, insanlar mabette buluşmasa da kaynağında dînî fikir ve hissiyât olan o sosyolojik tezâhürler toplumu ortak bir zeminde buluşturur. Aynı kültürel kodları kullanmak insanları birbirine yaklaştırır. Mes’eleye bu zâviyeden bakıldığında asırların imbiğinden süzülüp gelen ortak konuşma dilini korumak büyük önem kazanıyor.
“Anayasada laiklik olmalı mı, olmamalı mı?” tartışmasından evvel üzerinde durulması gereken bizzat hayatımızın içindeki sekülerleşmedir. Anayasadan laiklik umdesini çıkardığımızda sosyal bünyemizi kemiren bu mikroptan kurtulabilecek miyiz? Hayatımıza musallat olan hattâ en kadîm değerlerimizi bile iğdiş eden sekülerleşme illetiyle başa çıkabilecek miyiz?
Müştereğimiz olan bir tâbîr daha gözümüzün önünde suikasta uğruyor. Âdeta öz cevherinden koparılıyor. Laiklik umdesini anayasadan çıkararak bu çiğlik ve köksüzlük furyasının önüne geçebilir miyiz? Zaten laiklikle hedeflenen, İslâm’ın hayatımızın içindeki tezâhürlerini zayıflatmak değil miydi? Dîn ve vicdân özgürlüğü maskesi altında, dîni vicdânlara hapsederek onu sosyal hayattan tecrit etmek değil miydi ulaşılmak istenen gaye? Hedef on ikiden vurulduğuna göre laikliğin anayasadan çıkıp çıkmamasının da bir önemi kalıyor mu artık?
Bugün ciddî bir tehditle karşı karşıyayız. Mevcut eğilim yaygınlaştığı takdîrde zamanla birbirine daha da yabancılaşacak iki toplum kesimi çıkacak ortaya. Asgarî müşterekleri sadece üzerine bastıkları vatan toprağından ibâret hâle gelen bu insanları o zaman bir ülkü etrafında birleştirmek daha da zor olmayacak mı?
Bazı mefhûm ve tâbîrlere kaynaklık eden değerlerin kökleri ta yüreğimizin derinlerindedir. Onlardan bahsedildikçe gönlümüz dirilir, hissiyâtımız canlanır. Yahya Kemal, milleti tanımlarken; “Millet, kalp ve menfaat birlikteliğidir.” demiştir. Kültürel kodları farklılaşmış insanların kalpleri birbirine ısınabilir mi? Ana dilleri Türkçe bile olsa gerçekte aynı dili konuşmayan bu insanlar, birbirleriyle ünsiyet peydâ edip rûhî bir yakınlık kurabilir mi?
Peki, öyleyse çâre nedir? Çâre, örgün ve yaygın eğitim üzerinden millî bir seferberlik hâlinde toplumu hikmetle buluşturarak irfân geleneğimizi yeniden ihyâ etmektir. Her şeyden evvel dînin rûhu hayatımızdan çekildiği için kültürel benliğimizi kemiren bu gizli işgallerle karşı karşıyayız.
Hikmeti kendi içinde uyandırmış bir toplumda mefhûmların zaafa uğraması, tâbîrlerin özünden koparılarak ifsâd edilmesi gibi sıkıntılar yaşanmaz. Hayata dokunan hikmet sadece onları değil, millî-mânevî müktesebâtımızın tümünü tabiî bir koruma altına alır. Bizi biz yapan değerler, iki kapak arasından kurtularak hayatın içerisinde varlık ve anlam kazanmış hikmetin koruyucu kanatları altında yaşar.
“Işıklar içinde yatsın.” diyenler, belki farkında bile olmadan bir müştereğimizi daha yok ediyor. Tâbîri değiştirerek kullananlar, nifâk ve ayrılık üretiyor. Çünkü bu tavrın altında, mensûbu olunan dinin sosyolojik tezâhürlerinden uzak durma gayreti var. Toplumu toplum yapan kültürel müştereklerdir. Onlar yüzyılların içinde kendiliğinden oluşarak cemiyete mâl olurlar. Ortak hissiyâtı yansıtan bir söz kalıbını kullanmaktan kaçınmak, onu görmezden gelmek, açıktan söylenmese de kültürel mensûbiyetten duyulan rahatsızlığın ifadesidir.