İsrail’in canını acıtan her gelişme, ister istemez içimizde bir rahatlama duygusu uyandırıyor. Bu hissi inkâr edemeyiz. Ancak bir Müslüman olarak olaylara yalnızca duygularımızla yaklaşamayız.

Zira coğrafyamızda akan kanın durması, kaosun sona ermesi ve Siyonist işgalin son bulması; yalnızca düşmanın canını acıtmakla ya da bu tür eylemlerle tatmin olmakla değil, akıl, strateji ve hikmetle yürütülen bilinçli bir mücadeleyle mümkündür. Aksi takdirde, düşmana zarar verdiğimizi sandığımız hamlelerle, aslında farkında olmadan ona mevzi kazandıran, başarısını pekiştiren ve hatta meşruiyet sağlayan gönüllü bir taşeron haline gelebiliriz

Çünkü, Siyonist İsrail, sözde 'yüce' amaçları uğruna her şeyi ve herkesi araçsallaştırabilen bir zihniyetin tezahürüdür.

Siyonizmin kirli tarihi; amaca giden her yolu mubah gören bir zihniyetin tarihidir.

Siyonist İsrail projesi sadece bir işgalci devlet yapılanması değil; aynı zamanda, hedefleri uğruna her türlü yolu meşru sayan ideolojik bir zihniyetin ürünüdür.

20. yüzyılın başlarında Filistin'de bir Yahudi devleti kurmayı hedefleyen Siyonist lobinin karşılaştığı en büyük engellerinden biri, Avrupa’daki Yahudi topluluklarının bu projeye ilgisiz kalmasıydı. Yahudilerin büyük kısmı, yaşadıkları ülkelerdeki yerleşik hayatlarını, sosyal statülerini ve maddi imkânlarını terk etmek istemedi. Bu durum, Siyonist lobiyi daha radikal yöntemlere yöneltti.

Bazı tarihçilere göre, bu direnci kırmak adına Siyonist lobi, Nazi Almanyası’yla örtülü bir iş birliği geliştirdi. 1933 yılında imzalanan meşhur "Transfer Anlaşması", binlerce Yahudi’nin Filistin’e göç etmesini ve servetlerini yanlarında götürmelerini mümkün kıldı. Yahudi düşünür Hannah Arendt ve tarihçi Lenni Brenner gibi isimler, bu anlaşmanın Nazi zulmüne karşı direnişi zayıflattığını ve dolaylı olarak soykırıma giden sürece katkı sunduğunu ifade ederler.

İddialara göre, Siyonist lobinin nihai hedefi olan “Yahudi devleti” uğruna yüzbinlerce Yahudi’nin ölümüne bile göz yumuldu.

Yahudi halkının acıları!, bu acıların planlayıcısı Siyonist Lobi tarafından stratejik bir araca dönüştürüldü. Neticede bu büyük trajedi, Batı’da derin bir suçluluk duygusu doğurdu ve bu duygu, İsrail’in yıllar boyunca inşa ettiği "mazlumların devleti" anlatısına meşruiyet kazandırdı. Böylece Filistin topraklarındaki işgal, sorgulanmadan desteklenen bir “hak” gibi sunulabildi.

Siyonist proje, kendi ideallerine ulaşmak için kendi halkının acılarını bile araçsallaştırmaktan çekinmeyecek kadar gözü kara cani bir anlayışı temsil ediyor.

Bugün Filistin toprakları üzerinde yükselen işgal rejiminin, sadece askeri değil, tarihsel ve ideolojik olarak da tartışmalı temeller üzerinde kurulduğunu görmek gerekir.

Siyonist zihniyetin hedefleri uğruna her yolu mubah gören yaklaşımı, günümüzde de bütün çıplaklığıyla kendini göstermeye devam ediyor.

Geçtiğimiz yıl yaşananları hatırlayalım: İsrail, İran’a yönelik bir dizi hava saldırısı düzenledi. Bunun üzerine İran, füze ve drone saldırılarıyla karşılık verdi. Askerî açıdan bakıldığında bu karşılık sembolik bir düzeyde kaldı. Ancak asıl etki, diplomasi cephesinde hissedildi.

İsrail’in saldırılarından hemen önce dünya kamuoyunda bambaşka bir atmosfer hâkimdi. Özellikle ABD ve Avrupa’daki üniversitelerde yükselen öğrenci intifadaları sayesinde Gazze’deki katliam daha yüksek sesle konuşuluyor, Batılı liderler Netenyahu’ya “bu savaşı durdur” çağrısı yapıyordu. İsrail’in yalnızlığı, belki de tarihinde hiç olmadığı kadar derinleşmişti.

Tam da bu noktada İsrail, klasik bir acem oyunu sahneye koydu. Kışkırtıcı saldırılarla İran’ı bir misillemeye zorladı ve bunu başardı. İran’ın füze ve drone saldırılarıyla karşılık vermesiyle birlikte gündem bir anda değişti. Gazze için sesini yükselten Batılı liderler, bu kez “İsrail’in yanındayız”, “İsrail’in kendini savunma hakkı vardır” açıklamaları yapmaya başladı.

İsrail bu hamlesiyle yalnızca İran’a füze göndermedi; aynı zamanda uluslararası baskıyı dağıttı, diplomatik yalnızlığını kırdı ve dünya vicdanında yeniden “mağdur” rolünü oynamayı başardı.

Yani İsrail, İran’ın eliyle dünya vicdanını vurdu ve kendini temize çıkardı.

Bugün, aynı oyunun bir kez daha sahnelendiğine tanıklık ediyoruz. Gazze, soykırım savaşın başlangıcından bu yana ilk kez küresel düzeyde böylesine güçlü bir vicdani sahiplenmeye mazhar olmuştu. Özgürlük filoları, kara konvoyları, medya kampanyaları ve dünya genelinde düzenlenen kitlesel gösteriler, soykırımı durdurmaya yönelik ciddi bir iradenin oluştuğunu gösteriyordu.

Ancak tam da bu süreçte, İsrail yeniden İran’a yönelik gerçekleştirdiği hava saldırılarıyla bir kez daha klasik acem oyununu sahneledi. Ve İran'ı karşılık vermeye mecbur bırakarak hem gündemi değiştirdi hem de kendisine zaman ve manevra alanı kazandırdı.

İsrail’in gündemi değiştiren füze tiyatrosu

İsrail, İran’a yönelik gerçekleştirdiği hava saldırılarıyla adeta bir taşla birçok kuş vurmayı hedefledi. Bir yandan Tahran’a baskı kurarak İran’ı ABD ile sürdürülen nükleer müzakerelerde daha savunmasız bir pozisyona çekmeye çalıştı, diğer yandan Gazze’deki savaşa asker göndermekte zorlandığı kendi kamuoyunu konsolide etti. Fakat belki de en kritik kazanımı, İran’ın beklenen tepkisini tetikleyerek dünya gündemini Gazze’den uzaklaştırmak oldu. Yine füzeler konuştu, yine dikkatler dağıldı, yine İsrail nefes aldı.

Mısır üzerinden Gazze’ye doğru başlatılan küresel vicdan yürüyüşü, dünya halklarının ortak çığlığını yansıtan ve soykırımı durdurmaya yönelik etkili bir hamleydi.

Ancak bu tarihi yürüyüş, füze savaşının gölgesinde manipüle edildi; Gazze için yükselen ses, İran-İsrail gerilimi içinde arka plana itildi ve kısıldı.

Oysa bu yürüyüş, belki de Mısır’da yeni bir devrimin, yeni bir intifadanın fitilini ateşleyecekti.

İsrail ise bu ihtimali bertaraf etmek adına İran’a yönelik saldırılarla bir füze savaşı başlatarak yürüyüşü bastırdı ve kendi açısından en kritik savunma hattı olarak gördüğü Mısır rejimini koruma altına aldı.

İsrail bu Acem oyunu sayesinde neler kazandı?

1. Gündemi değiştirdi: Gazze’deki soykırıma yönelik küresel farkındalık bastırıldı; dünya kamuoyunun dikkati İran-İsrail gerilimine yönlendirildi.

2. Gazze duyarlılığını manipüle etti: Uluslararası medya ve siyaset dili hızla “İsrail’in güvenliği” eksenine kaydırıldı.

3. Netanyahu’nun elini güçlendirdi: İç politikada özellikle ateşkes ve esir takası anlaşması talepleri karşısında köşeue sıkışmış olan Netanyahu, savaş atmosferi sayesinde geçici de olsa bu baskıdan kurtulduğu bir manevra alanı kazandı.

4. Gazze’deki başarısızlığın üzerini örttü: İsrail ordusunun sahadaki askeri ve moral kayıpları gündemden düştü; füzelerin sesleri başarısızlıkları dile getirenlerin seslerini bastırdı ve konuşulmaz hâle getirdi

5. Orduyu yeniden seferber etti: Gazze harekâtını İsrail devletinin değil, Netenyahu'nın siyasi maslahatı için yürütülen bir savaş olarak görüp harekâta karşı çıkan askerî unsurlar etkisizleştirildi; yedek askerlerin silah altına alınması için kamuoyuna “meşru” bir gerekçe sunuldu.

6. Bölgesel bir mesaj verdi: “İran bölge için bir tehdit, biz bu tehdide karşı son savunma hattıyız” söylemiyle Körfez ülkelerine ve Batı'ya hitap etti. Bu açıklama ile İsrail, Aksa Tufanı sonrası askıya alınan İsrail-Körfez normalleşme sürecini yeniden başlatma hamlesinin ilk adımını attı

7. Batı’nın desteğini yeniden kazandı: Kendini “mağdur” pozisyonuna yerleştirerek Batı kamuoyunun vicdanını ! bir kez daha kendi lehine yönlendirmeyi başardı.

8. ABD’den askeri destek aldı: İran’la yaşanan füze savaşı, ABD’den yeni askeri mühimmat desteği alması için bir gerekçe olarak kullanıldı.

İsrail'in bu hamlesi, askeri bir operasyondan çok daha fazlasıdır. Bu, stratejik bir akıl oyunudur. Füze ve dronlar sadece hedefleri değil, aynı zamanda algıları vurmuştur. Ve ne yazık ki hedeflerden biri yine Gazze olmuştur.

Elbette düşmanın canını acıtmak değerlidir. Hele ki bu düşman Siyonist İşgalci İsrail ise...

Ama hangi yöntemle? Kime ne kazandırarak?

Ya düşman, kendi canının acıtılmasını bizzat istemişse?

Ya da bu acı, onun işine yarayan bir planın parçasıysa?

Ya biz, farkında olmadan düşmanın değirmenine su taşıyan bir taşerona dönüştürülmüşsek?

Bu sorulara cevap vermeden, ortaya çıkan her gelişmeye sevinmek, yalnızca düşmanın oyununa hizmet eder.

Bizim gerçek hedefimiz, zalimin elini rahatlatmak değil; ümmetin yükünü hafifletmektir. Bu yüzden öfkeyle değil hikmetle; duyguyla değil stratejiyle hareket etmek zorundayız.

Çünkü bu sadece bir savaş değil; aynı zamanda bir akıl, bir irade ve bir basiret sınavıdır.

İran ve İsrail varlıkları ve meşruiyetleri biri diğerine muhtaç olan sözde düşmanlardır.

İsrail, ihtiyaç duyduğu anda yine bir "Acem oyunu" sahneleyerek kendisine hem zaman hem de zemin kazandırmayı başardı.

Bize düşen ise, bu oyunu kenardan izleyen pasif bir seyirci olmak değildir. Ne olursa olsun, Siyonist işgali sona erdirmek için kendi hedefleri doğrultusunda gündemini, sevincini ve üzüntüsünü belirleyen bağımsız bir duruş ve bilinç ortaya koymaktır.