Dünya hayatında insanların bir ömrü olduğu gibi, devletlerin, sistemlerin, rejimlerin ve ittifakların da bir ömrü vardır. Bu ömür, küresel sistemin bekçileri nezdinde taşeronları için yalnızca fayda ve işlevle ölçülür. İşlevini tamamlayan ya da yeni düzenin önünde engel oluşturan her yapı, tasfiye edilmekten kurtulamaz.
Küresel sistem için sadakat değil, fayda esastır. Bugün İran rejiminin başına gelenler de bu bağlamda değerlendirildiğinde bir sürpriz değil, bilakis beklenen bir sondur.
Yıllar boyunca Ortadoğu’yu dizayn edip yönetmeye çalışan küresel güçlerle takiyye yoluyla örtülü ittifaklar kuran İran rejimi, mezhepsel yayılmacı hedefleri doğrultusunda hem açık hem de gizli iş birliklerine imza attı. Özellikle Şii milisler aracılığıyla yürütülen vekâlet savaşlarında merkezi bir rol üstlenen İran, Irak’tan Suriye’ye, Yemen’den Lübnan’a uzanan geniş bir coğrafyada kurduğu taşeron örgütler aracılığıyla yalnızca mezhebi nüfuz alanını genişletmekle kalmadı; aynı zamanda küresel sistemin stratejik çıkarlarına da — farkında olarak ya da olmayarak — hizmet etti.
Ancak bu örtülü ortaklık, sınırsız ve mutlak bir iş birliğini değil; tamamen kullanılabilirlik ve fayda ilkesine dayalı, pragmatik bir ittifakı temsil ediyordu. Küresel sistem açısından İran rejimi ve ona bağlı yapılar, yalnızca işlevsel oldukları sürece tolere edildiler.
Bu işlevselliğin zayıflamasıyla birlikte tasfiye süreci de kaçınılmaz hâle geldi. Lübnan Hizbullahı’nın etkisizleştirilmesi bu sürecin ilk aşamasıydı. Şimdi ise doğrudan bu yapıların merkezî komuta odağı olan İran rejimi, hedef tahtasına yerleştirilmiş durumda.
İran Rejimi, hem içeride hem de dışarıda tıkanmış durumda. Ekonomik çöküntü, artan toplumsal hoşnutsuzluk, bölgesel müttefiklerin (Hizbullah'ın zayıflaması, Suriye rejiminin devrilmesi) güç kaybı ve rejimin kendi tabanında dahi meşruiyetini yitirmeye başlaması, Humeyni devrimiyle inşa edilen yapının çökmekte olduğunu gösteriyor.
İbrahim Reisi’nin şaibeli bir helikopter kazasında öl(dürül)mesi de bu bağlamda sıradan bir kaza olarak görülemez. Reisi, İran’daki marjinal ideolojik kanadın temsilcisiydi. Rejime yönelik artan muhalefet ve toplumsal baskı karşısında, patlama noktasına gelen İran toplumunun nabzını düşürmek için bir "gaz alma" operasyonu olarak Reisi'nin yerine reformist çizgideki Mesud Pezeşkiyan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesi, can çekişen rejime verilen "son bir hayat öpücüğü" olarak okunabilir.
Aksa Tufanı'nın tetiklediği fay hatları
Aksa Tufanı operasyonu, 20. yüzyılın başında bölgemizde inşa edilen statükonun yaşadığı en büyük ve en yıkıcı sarsıntı oldu. Bu operasyon sadece İsrail’i hedef almakla kalmadı, aynı zamanda bölgedeki diğer fay hatlarını da harekete geçirdi.
En büyük kırılma, İsrail’in 76 yıllık işgal tarihi boyunca algı yönetimi ve sistematik manipülasyonlarla inşa ettiği caydırıcılık imajının çökmesiyle yaşandı. Aksa Tufanı, Tel Aviv’in yıllar içinde özenle oluşturduğu “dokunulmazlık zırhını” parçaladı; bu da hem bölgesel aktörler hem de küresel sistem nezdinde ciddi bir kırılmaya yol açtı.
Aksa Tufanı öncesi dönemde, İran’ın mezhepsel yayılmacı hedefleri doğrultusunda sahip olduğu askeri kapasite ve silah gücüyle desteklediği taşeron örgütler, ağırlıklı olarak Tahran’ın bölgesel politikalarına karşı duran yapı ve projeleri hedef alıyordu. Bu durum, küresel sistem açısından doğrudan bir tehdit olarak görülmüyordu. Aksine, körfez ülkelerinin İran'la korkutulmasına ve İsrail'e yakınlaşarak normalleşmesine gerekçe gösteriliyordu.
Her ne kadar İran’ın sahip olduğu askeri kapasite ve silahlar, uzun vadede İsrail ve küresel statüko açısından potansiyel bir tehdit oluştursa da, bu tehdidin gerektiğinde (İran içerisinde devşirilen ajanlar aracılığıyla) kontrol altına alınabilecek yapıda olması — örneğin Hizbullah’ın komuta kademesine çağrı cihazları ve telsizler üzerinden düzenlenen saldırılarda olduğu gibi — bu riski yönetilebilir kılıyordu. Ayrıca, söz konusu gücün doğrudan küresel sisteme değil, yalnızca İran’ın yayılmacı politikalarına karşı duran aktörlere yöneltilmesi de, bu tehdidin fayda-zarar analizinde ötelenebilir veya görmezden gelinebilir bir düzeyde tutulmasına imkân tanıyordu.
Ancak geçtiğimiz yıl İsrail’in İran’ı kışkırtmasıyla başlayan karşılıklı füze saldırıları, yeni bir kırılmaya yol açtı. İran’ın ilk defa küresel statükoya karşı kendi topraklarından gerçekleştirdiği misilleme saldırılarında “Demir Kubbe” ve “Davut’un Sapanı” gibi gelişmiş hava savunma sistemlerinin ciddi zaaflar göstermesi, İsrail’in güvenlik doktrinine ağır bir darbe daha indirdi. Böylece sadece İsrail’in değil, onu koruma altına alan küresel güç mimarisinin de prestiji sarsıldı.
Bu hamle, küresel sistem tarafından İran'a çizilen sınırların aşılması ve tahammül sınırlarının zorlanması olarak algılandı. Bu saldırılar, Tahran rejimi için “bardağı taşıran son damla” olarak görüldü.
Öte yandan, Aksa Tufanı sonrası bölgede tetiklenen ilk fay hattı Suriye oldu. Oluşan yeni denklem, Beşşar Esed rejiminin yıkılmasına yol açtı. Esed rejiminin devrilmesi, İran’ın Şam üzerinden Lübnan Hizbullahı’na uzanan hayati lojistik hattını kopardı. Zaten Gazze’deki başarısızlığını örtbas etmek isteyen İsrail’in Lübnan’a yönelttiği saldırılar, Hizbullah’ın komuta kademesini hedef alarak örgütü büyük ölçüde etkisizleştirmişti. Şimdi ise İran’ın Suriye ayağının da çökmesi, Tahran’ın bölgesel nüfuzunu ayakta tutan en kritik damarlarından birinin daha kurumasına yol açtı
Tüm bu gelişmelerin ardından İran rejimi, sahip olduğu silahlar ve askeri kapasite nedeniyle artık küresel sistem açısından bir risk unsuru olarak değerlendirilmeye başlandı. Her ne kadar bu kapasite yeni olmasa da, değişen bölgesel denklem İran’ın artık önceki düzeyde fayda sağlayamayacağını ortaya koydu. Böylece, İran’ın “kullanışlı bir aparat” olarak görülme dönemi sona erdi. Sunabileceği faydanın barındırdığı riskleri telafi edememesi, İran’ı artık tolere edilemeyecek bir yük hâline getirdi.
Evanjelizm-Siyonizm ortaklığının son oyunu
İşte tam da bu noktada İsrail, yeni oluşan denklemde tehdit unsuru olarak öne çıkan İran’ın askeri kapasitesini hedef alan saldırılar başlattı. Ancak bu saldırılar yalnızca İsrail’in kendi inisiyatifiyle planladığı bir stratejinin ürünü değil; aynı zamanda Evanjelizm-Siyonizm ittifakının ortak çıkarlarına hizmet eden koordineli bir operasyon olarak değerlendirilmelidir.
İsrail cephesi bu süreci çok yönlü siyasi kazançlar elde etme fırsatına dönüştürmeye çalıştı. İran’ın karşılık vermesiyle oluşan çatışma atmosferinde kendisini “füze saldırılarına maruz kalan mağdur taraf” olarak konumlandırarak dikkatleri Gazze’den uzaklaştırmayı amaçladı. Bu şekilde hem uluslararası kamuoyunun Gazze soykırımına yönelik tepkisini gölgelemeyi, hem de Netanyahu hükümetinin iç siyasi krizlerini manipüle ederek muhalefeti bastırmayı hedefledi. Aynı zamanda, Gazze’deki mağlubiyetin işgalci askerler üzerinde oluşturduğu yorgunluk ve motivasyon kaybı nedeniyle harekete geçirmekte zorlandığı orduyu, yeni bir savaş atmosferi oluşturarak yeniden mobilize etme fırsatı da elde etti.
Bunlara ek olarak, azalan uluslararası desteği yeniden toparlamak, Gazze’deki soykırım savaşını sona erdirme potansiyeli taşıyan küresel yürüyüş organizasyonlarını bastırmak gibi stratejik kazanımlar da bu planın parçası hâline getirildi.
ABD ise saldırıların başladığı andan bu geceye kadar ikiyüzlü bir pozisyon benimsedi. İran’la yürütülen müzakerelerde daha fazla taviz koparmak ve Tahran’ı köşeye sıkıştırmak amacıyla bu saldırılara örtülü destek verdi. Yapılan resmi açıklamalara bakıldığında, ABD bir yandan sahada aktif olmayan bir görüntü çizerek “iyi polis” rolünü üstlenirken, diğer yandan arka planda İsrail’e destek sunarak İran rejiminin kendi şartlarını koşulsuz kabul etmesini hedefledi.
Ancak bu gece itibariyle savaş yeni bir aşamaya evrildi.
ABD Başkanı Donald Trump, İran'da Fordo, Natanz ve İsfahan olmak üzere üç nükleer tesise hava saldırısı düzenlediklerini açıkladı.
"Son derece başarılı saldırımızı tamamladık" diyen Trump, büyük Amerikan savaşçıları' olarak nitelendirdiği pilotları tebrik ettii.
İran'ın da teyit ettiği saldırının ardından "ABD, İsrail ve dünya için tarihi bir an" ifadelerini kullanan Trump, "Şimdi barış zamanı. İran'ın artık bu savaşı sonlandırmaya razı olması gerektiğini belirtti.
Operasyon sonrası ulusa sesleniş konuşması yapan ABD Başkanı Trump: "İsrail artık daha güvende, ya barış olacak ya da İran için trajedi... Ama öncekilerden daha büyük bir trajedi...
Barış hızlı bir şekilde gelmezse diğer hedefleri de vuracağız. Bunu dakikalar içinde yapabiliriz" diyerek İran'ı bu saldırıya karşılık vermeden barış ! masasına oturmaya davet etti.
Teslimiyet mi, tasfiye mi?
ABD'nin de savaşa doğrudan müdahil olduğu bu sürecin sonunda İran rejimi ya ABD’nin bu meydan okumasına boyun eğip barış masasına oturacak ve kendisine sunulan şartları yerine getirecek, ya da Humeyni ile temelleri atılan rejim tarih sahnesinden silinecektir.
Bu durum, devrik Şah rejiminin yeniden iktidara getirileceği anlamına gelmez. Zira küresel sistem sadakat değil; işlevsellik ve kullanılabilirlik arar. Eğer İran rejimi, ABD ile yürütülen müzakerelerde küresel güçlerin bölgeye dair yeni stratejisine tehdit oluşturmayacak bir pozisyonu kabul ederse, önümüzdeki günlerde taraflar arası bir barış ! anlaşması imzalanarak gerilim sona erecektir.
Ancak İran bu yönde bir adım atmaz ve gerilimi azaltmak yerine ABD üslerine yönelik yeni saldırılarla (İran'ın masaya oturmayı kabul edip tabanındaki prestijini korumak için yapacağı bir kaç saldırı dışında) savaşı tırmandırmayı tercih ederse, bu noktada ABD öncülüğündeki Evanjelik-Siyonist ittifakın devreye girerek, küresel statükoyla “barış masasına” oturacak yeni bir İran yönetimi oluşturulması yönünde harekete geçmesi muhtemeldir. Bu doğrultuda, saldırıların Hamaney dâhil olmak üzere İran’ın en üst düzey kadrolarına kadar yöneltilmesi ihtimali ciddi şekilde gündeme gelecektir.
Bu tasfiye süreci yalnızca İran’a özgü değildir. Küresel sistem adına çalışan her aktör, işlevini yitirdiği anda gözden çıkarılır. Bu düzen, ne geçmişteki hizmetlere ne de bugünkü sadakate değer verir. “Kullan-at” mantığıyla işleyen bu yapıda kalıcı olan tek şey, menfaattir.
Bugün İran’ın yaşadığı çöküş, kendisini benzer rollerle tanımlayan tüm bölgesel aktörler için açık bir uyarıdır. Çıkarları uğruna ümmetin sırtına hançer saplayan ve küresel düzenin taşeronluğuna soyunan her yapının akıbeti, seleflerinin sonunu paylaşmak olacaktır.
Ümmetin imtihanı: Nerede durmalıyız?
Bugün İsrail ile İran arasında yaşanan bu savaş, birçoğumuz için farklı değerlendirmelere ve pozisyon almalara sebep oldu.
İran, yıllarca küresel güçlerle Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen'de yürüttüğü kirli ve örtülü ilişkileriyle, gerçekleştirdiği katliamlarla kendisinden nefret etmemiz için kendi elleriyle birçok sebep sundu.
Ancak ne olursa olsun, ümmetin kalbine kanser hücresi gibi yerleşen Siyonist işgalcilerle yaşanan bir savaşta (İran'ın potansiyel tehlikesini göz ardı etmeden), işgalcilerin karşısında durmak anın en önemli sorumluluğudur.
Umarım bu yaşananlar, İran'ın bir iç muhasebe yapmasına ve geçmişteki ihanetlerinden ders çıkararak hatalarından dönmesine vesile olur. Ancak İranlı yetkililer tarafından yapılan açıklamalara bakılırsa bu temenni, şimdilik yalnızca bir ümit olarak kalacak gibi görünüyor.
Eğer biz Müslümanlar, Allah’ın rızasına uygun, sahih ve bağımsız bir duruş inşa edemez; küresel sistemlerin aparatı olmayı kabullenirsek, İran’ın yaşadığı son bizim de başımıza gelecektir. Zira batılın taşeronu olmak günü kurtarabilir, ama akıbeti asla...
Bugün ümmetin en öncelikli görevi, sahte kutuplar arasında savrulmak değil; hakka, adalete ve izzete yaslanan bir istikametle, işgalcilere ve küresel statükoya karşı akıl, hikmet ve basiret ekseninde şekillenen çok cepheli (davet, eğitim, ekonomi ve diplomasi alanları başta olmak üzere) stratejik bir mücadele yürütmektir. Bu kutlu yol, tarih boyunca yalnızca Allah’a gerçekten dayananların sebatla yürüyebildiği bir yoldur.