Anne babalarımızın hayat hikayelerinde çocukluk travmaları varsa bizi sağlıklı ve bilinçli bireyler olarak yetiştirmeleri psikolojik açıdan mümkün değildir. Travma yaşamış kişiler geçmişin acılarını anne baba olduklarında ruhsal olarak çocuklarına aktarmaktadırlar. Çocuklarına sebebi her ne olursa olsun öfke duyan anne babalar,  bilinçlerinin etkisinden çıkıp bilinçlerinin ister dışına, isterse altına girerek ya da saklanarak öfkeleriyle oturup zararlarıyla kalkmaktadırlar. Öfke anne babadan zarar ise her zaman çocuktan çıkmaktadır. 

Öfkeli anne babalar çocuk yetiştirme tarzlarında şefkat tokatlarını, dizini dövmemek için kızını dövmelerini, erkek çocuklarını adam etmek için eşek sudan gelinceye kadar dövmelerini  ahlak ya da din adı altında maskeleyerek uygulamaktadırlar. Çocuklarını döverek, söverek sözde  eğiten anne babalar çocuklarını sevmek yerine " söz dinlettirmek " adı altında onlardan aslında ilgi, sevgi, anlayış dilenmektedirler. Hiçbir çocuk, psikolojik açıdan öfkeli ebeveynini suçlama yetisine sahip olmadığı için doğal, biyolojik ihtiyaçlarımızı yok saymaya, bastırmaya ve onlara karşı savaşmaya zorlanarak ve bunun sonucunda da bedelini ruhsal ve bedensel hastalıklarla ödüyor. 

Öğrenme bozuklukları, Okuma bozukluğu, Dikkat eksikliği ve hiperaktivite, Dürtü kontrol bozukluğu, Davranış bozuklukları, Okul korkusu ya da fobisi, Tik bozuklukları, Kekemelik, Öfke nöbetleri ve Şiddet eğilimleri... Çocuklar bunlardan biriyle yaftalanarak ömür boyu anne babaları tarafından linç edilerek  psikiyatristlerin ya da psikologların kapılarını aşındırarak ilaçlara boğulmaktadırlar. Anne babalarının duygusal ya da fiziksel şiddetlerinin mağduru olan bu çocuklar kendi kişisel hislerini bastırarak  her şeyi anne babasının gözünden görmeyi ve yargılamayı, gerçek duygularını ve ihtiyaçlarını yok etmeyi  öğrenirler. İtaat etmeleri sağlanarak uslulandırılan, terbiyelileştirilen çocuklar kendilerine dayatılan iyi çocuk rolünü benimsemek zorunda kaldıklarında kendi gerçekliklerine yabancılaşarak sahte bir kişilik yaratmaktadırlar. Kendinize karşı dürüst olmadığınızda, kendi duygularınızı  yok saydığınızda sağlıklı bir birey olmak yerine ruhsal ya da bedensel olarak hasta insan olarak toplumda yerinizi alacaksınızdır. 

Eski zamanlardan kalma, aşina olduğumuz alkol, uyuşturucu, kumar ve seks bağımlıkları sorunları yaşayan bireylerin pabuçları dama atılırcasına artık yeni zamanlarda deist, ateist genç nesiller bir bir ortaya çıkarken bir yanda da cinsel kimlikleri  homoseksüel, biseksüel, travesti, transseksüel, aseksüel, panseksüellik yani antroseksüel veya omniseksüel,  interseksüel, poliseksüeller, pomoseksüel, triseksüel, sapyoseksüel, hiperseksüel, sosyoseksüel,ekoseksüel teknoseksüel, taşraseksüel, metroseksüel, retroseksüel her türlü seksüel kimlikler post modern zamanların topluma katkısı olarak sunulmaktadır. 

Öfkelerini çocuklarında dindiren aciz anne babaların topluma verdiği zararın bedelini son zamanlarda kadına şiddet adı altında yoğun bir şekilde ödemekteyiz. Münevver Karabulut cinayetine timsah gözyaşları dökerken onun acısını yüreklerimizde dindirmeden,  Özgecan Aslan cinayetine ezberden ağlamaya devam ediyoruz. Emine Bulut için toplum olarak feryat figan ağlarken o bitmeden daha bu seferde Ceren Özdemir için ağıt yakarken; televizyonlarda kocaman kocaman hukukçuların, profesörlerin açıklamalarının ardına saklanarak günah çıkartıyoruz.  Kadına şiddet ve kadın cinayetlerinde toplum olarak iki yüzlü davranmıyorsak eğer Ceren Özdemir’in katili Özgür Arduç’un kan donduran ifadesini ders çıkarmak adına  okuduk mu? 

*1987 yılında üç yaşındayken dedem tarafından yetimhaneye verildim. 18 yaşına geldiğim 2002 yılına kadar değişik şehirlerdeki yetimhanede büyüdüm. En son Erzurum Yetiştirme Yurdu'ndayken yurttan ayrıldım. Yurdun kütüphanesinden kitap çalarak ayrıldım. Ayrıldıktan sonra İspir Yatılı Okulu'nda kaldım. 2002’de Ordu'ya geldim. Ordu’da daha önce yurtta kalmıştım.

* Geçimimi sürekli hırsızlık yaparak sağlıyordum. Çalışarak kazanç elde etmezdim. 2005 yılında sürekli …. (uçucu uyuşturucu madde) kullanırdım. Bir gün Ayışığı otoparkında iken daha önce görmüş olduğum 12 yaşında bir erkek çocuğunu gördüm. Yanıma gelerek, benimle sohbet etmeye başladı. Ancak çocuğun bu tavırları beni rahatsız etti. Bu sebeple Selimiye Mahallesi'nde boş bir eve götürdüm. Ve burada çocuğu karın bölgesinden bıçaklamak suretiyle öldürdüm. Ardından polisler beni yakaladı ve cezaevine girdim.

* 28 Ekim 2019'da açık cezaevine geçtim. 30 Kasım'da gece 22.00 sıralarında açık cezaevinde duvardan atlayarak firar ettim. 

BIÇAK ÇALIP BİR İNSANI ÖLDÜRMEK İSTEDİM

* Dolmuştan indiğimde, artık cezaevinden çıktığım için insanların benden korkması gerektiğini düşünerek, bir yerden bıçak çalıp insan öldürmek istedim.

* 3 Aralık günü sabah inşaattan çıktıktan sonra, her zamanki gibi “Kime zarar veririm, kimi öldürebilirim” gibi düşünerek, insanları takip etmeye başladım.

Özgür Arduç’un kan donduran ifadelerinin özetinde anlamamız gereken kıssadan hisse  üç yaşındayken dedesi tarafından yetimhaneye verilmesiyle ileride  olacak olanlar o zamandan bugüne değin başlamış oluyor. Özgür Ardu, yetimhane koşullarında neler yaşamıştır? Yetimhanelerde kalan çocuklar ne tür ruhsal acılar yaşarken bir yandan da ne tür fiziksel işkenceler yaşamaktadır? Duyan, gören ve bilen var mıdır? Bu konularda toplum olarak üç maymunu oynarken yetimhanelerde neler yaşandığını öğrenmek isterseniz yazının sonunda " Şükriye Tutkun yaşadıklarını anlattı " başlıklı yazıyı okumanızı öneririm.

Peki Pınar Gültekin'in katili Cemal Metin Avcı'nın kanımızı donduran cinayeti ile toplum olarak gerçek anlamda yüzleşme cesaretimiz olacak mıdır?  

Kars’ta 9 yaşındaki Mert Aydın’ı kaçırdıktan sonra tecavüz ederek öldürmekten ağırlaştırılmış müebbet ve 36 yıl hapis cezasına çarptırılan 27 yaşındaki Aykut Balk’la toplum olarak yüzleştik mi?  

Kırklareli’ndeki küçük Halil’in tecavüz edilip öldürülmesi olayında  fail olarak yakalanan ekmek fırınında çalışan 45 yaşındaki Y.T. ifadesinde H.İ.A.’yı kendisinin kaçırdığını ve Kırklareli Belediye Mezarlığı yakınlarındaki İnciraltı Mevkii’nde tecavüz etmek isterken direnmesi üzerine ellerini ayakkabı bağı ile bağladığını söyledi. Zanlının çocuğa tecavüz ettikten sonra boğarak öldürdüğünü itiraf ettiği öğrenildi. 2014 yılında yaşanan bu olayı hiç hatırlıyor musunuz?

Kayseri’de 2009 yılında Ramazan Bayramı’nın ikinci günü olan 21 Eylül günü şeker toplamaya çıktıktan sonra kaybolan 3 çocuğu öldürmek suçundan tutuklanan şüpheli Uğur Veli Gülışık, sorgusunda cinayeti nasıl işlediğini anlatırken şöyle dedi:

"Bayram günü şeker toplamak için kapımı çalan Türkay ile Ahmet  ve Dilruba'yı evde kimsenin de olmamasından ve yalnız kalmamdan yararlanarak ayrı ayrı odalara aldım. Ellerini bağlayıp, ağızlarını koli bandı ile bantlayıp alıkoydum. Daha sonra Türken Ay'a tecavüz edip, bıçakla öldürdüm. Etrafa kanlar sıçradı. Kanları temizledikten sonra, beni gördükleri ve tanıdıkları için Ahmet Tuna ve son olarak Dilruba'yı, arkalarından sırayla tek tek sol elimle ağızlarını kapatıp, sağ elim ve kolumla boyunlarını sıkarak öldürdüm. Dilruba kollarımda çırpına çırpına öldü. Onun bu hali gözümün önünden hiç gitmedi."

Devlet her çocuğa ruh sağlığı yerinde anne baba sağlamakla yükümlüdür. Devlet ebeveynlerin ruhlarının sağlığını kontrol etmediği sürece ruh hastası anne babaların yetiştirdikleri çocuklar, devletin okullarında ayrıca öğretmenlerin öğretiminde yetiştikten sonra da karşımıza katil olarak ya da tecavüzcü olarak çıkmaktadırlar. Toplum olarak bıkmadan usanmadan akşamları ana haber bültenlerini izlerken televizyon karşısında  yalandan ağlıyoruz yanlıştan sızlanıyoruz. İki yüzümüzün bir yüzüyle sözde ağlarken sızlarken diğer yüzümüzle umarsızca yaşamaya devam ediyoruz.

Batı'dan çalma çırpma alma İstanbul Sözleşmesi ve Toplumsal Cinsiyet Eşitliği çalışmalarıyla günah çıkartıyoruz. Camiden üretemediğimiz çözümü Kilise'den çalıyoruz. Kadına şiddet ve kadın cinayetleri sorunlarını birbirimizle soldan dinden imandan zıtlaşarak ve inatlaşarak asla çözemeyeceğiz. Çünkü kimsenin derdi üzüm yemek değil herkesin derdi bağcıyı dövmek. Oysaki bağcı sokaklarda bağıran çağıran, pankart açan kadınların gözlerine erkek düşmanlığı olarak gözükürken aslında asıl bağcı çocuklarını sevgiyle değil öfkeyle yetiştiren annelerdir babalardır. Devletler katilleri ve tecavüzcüleri sözde en ağır cezalarla cezalandırırken katillerin ve tecavüzcülerin anne babalarını hiç hesaba sorguya çekmeyi düşünmekte midir? Katilleri ve tecavüzcüleri hapishanelerde ömür boyu mahkum eden devlet yetkilileri bu katillerin ve tecavüzcülerin bilinçleri, bilinçaltıları, bilinçdışıları, idleri, süperegoları ve egoları ile ilgili bilimsel çalışmalar yürütmekte midirler? Nazilerin insanlar üzerinde denedikleri inanılması güç tıbbi deneyler için, Amerika'nın Bağdat hapishanelerinde Irak'lı müslüman mahkumlar üzerinde hesapsız kitapsız her türlü işkence ve deneyler yapılırken sesini çıkarmayan toplumlar olarak ah ederken vah derken bu katiller ve bu tecavüzcüler üstünde neden bilimsel sosyolojik ya da psikolojik araştırmalar yapılmasını talep etmiyoruz?

Kadına şiddet ve kadın cinayetleri toplumsal olarak iki yüzlülüğümüzün eseridir. Kadına şiddeti önlemek adına feminizim ayaklanmaları yaparken çocuk tecavüzleri karşısından  toplum olarak sus pus oluyoruz. 

İstanbul Sözleşmesi ile günah çıkarmak  sorunlarımızı asla çözmeyecektir. Toplumsal Cinsiyet Eşitliği  erkeklerimizi daha kadın, kadınlarımızı daha erkek yaptığında toplum olarak daha çağdaş mı olacağız?

Ailemiz çökmüşse dinimizin imanımızın köklerinden kopmuş  olduğu gerçeğini görmemiz gerekir. 

Aynamız yerlere düşse, gazellere karışsa da toplum olarak solcu mu olsak dindar mı kalsak birbirimizin yüzüne utanmadan sıkılmadan bakarak yüzleşmek zorundayız. 

İstanbul Sözleşmesi ve Toplumsal Cinsiyet Eşitliği çalışmaları kadını kutsarken erkeği linç ederek  toplumsal bir çözülme yaratmaktadır. Katillerin ve tecavüzcülerin anne babalarının hatalarını toplumsal olarak erkeklere ödeten sivil toplum kuruluşlarının feminist, çağdaş, aydın ve dindar kadınları annelikleriyle barışık mıdırlar? 

Katillerin ve tecavüzcülerin annelerinden babalarından hesap sorulmadıkça bu kadın erkek tartışması çok su götürür. 

Çözüm: Ne İstanbul Sözleşmesi ne de Toplumsal Cinsiyet Eşitliği;  devlet her çocuğa ruh sağlığı yerinde anne baba sağlamakla yükümlüdür. 

OKURSANIZ: 

Şükriye Tutkun yaşadıklarını anlattı !
Yetiştirme yurdunda büyüyen sanatçı Şükriye Tutkun o dönem yaşadıklarını anlattı !
Şükriye Tutkun yaşadıklarını anlattı !

Hepimizi çırılçıplak soyar, banyoya dizerlerdi... Kaynar suyla yıkarlardı... Dayanılır bir acı değildi, haşlanıyorduk. Ağlardık... Acının daha büyüğü bu kez hortumla gelirdi. Hiç unutmam. Bir kadın vardı. Vurur, vururdu... O cani ruhluydu. Ama melek ruhlular da vardı. Hademe Emine Hanım'a, 'anne' derdik. Elleriye börekler açardı bize...

Annesi onu iki yaşındayken Kasımpaşa Çocuk Yuvası'na bırakmış... Tam 13 yılı yetiştirme yurtlarında geçmiş. Anılarının çoğunda acı var belki, ama hiçbir zaman minneti de unutmuyor. "Dayak Allah'ın emriydi" diyor Şükriye Tutkun. O görüntüleri ağlayarak izlemiş... Hele o çıplak banyo sahnesi yok mu? Başından aşağı kaynar sular dökülmüş. Mecaz değil! Gerçekten haşlandığını hissetmiş... Tıpkı uzun yıllar öncesinde Anadolu Hisarı Yetiştirme Yurdu'ndaki o koca banyoda olduğu gibi... "Hepimizi çırılçıplak soyar, banyoya dizerlerdi... Kaynar suyla yıkarlardı... Dayanılır bir acı değildi, haşlanıyorduk. Ağlardık... Acının daha büyüğü bu kez hortumla gelirdi" diyor. Sıcak sudan haşlanmış bedenlerine acımasızca vururlarmış hortumla... Anılarının çoğu acı yüklü, ama hayat sırf acıdan ibaret değil bir yetiştirme yurdunda bile... Hortum ne kadar acıtsa da, o acıyı alacak sevgiyi de tatmış Şükriye Tutkun... Kendi elleriyle yetimlere börek açan hademe Emine Anne'yi sevgiyle anıyor şimdi. Adem ve Sevinç Korkut hocaları var ki, onları bambaşka bir özlemle anlatıyor. Hafta sonları yetimlere evlerini açan bu öğretmen çift, anne-baba sevgisi vermekle kalmamış, Şükriye'ye müzik aşkını da aşılamış.

Şükriye Tutkun'un dayaktan bahsederken gözleri doluyor, ama her cümlesinin sonuna yetiştirme yurtlarından güzel bir anı da ekliyor. "Orada cani ruhlu insanlar da vardı. Ama bir o kadar da melekler!" dercesine... Bu yüzden o dayak görüntülerini izleyip infiale kapılın! Ama kurunun yanında yaşı yakmayın... Yetiştirme yurtlarında dayak var, ama her yetimi çocuğu gibi gören onlarca yürek de!

Cinsel taciz de olurdu!

* O iki küçük çocuğun kafa kafaya tokuşturulduğu bir sahne vardı. Hayatım boyunca unutmayacağım... Sizin hiç unutamadığınız böyle bir sahne var mı?
Çocukları çıplak gördüm. Bizi de çırılçıplak hep birlikte yıkarlardı. Ve çok sıcak suyla... Çünkü bitleniyorduk doğal olarak. Mümkün değil bitlenmemek... Aynı yatakta yatıyorsun, aynı çamaşırları giyiyorsun... Kaynar suyla yıkarlardı bizi, ağlardık. Bir kadın vardı. Hiç unutmam, ağladığımızda hortumla döverdi... Aslında genelde yurtlarda eğitim iyiydi, yemekler iyiydi, davranışlar iyiydi. Ama Malatya'daki gibi insanlar da illaki oluyordu. Hortumla dayak vardı. Ama börek de vardı. Mesela hademe Emine Hanım'a 'anne' derdik. Börekler yapardı bize. Sadece o değil, karı koca hocalık yapan Adem ve Sevinç Korkut'ların evlerinden çıkmazdık.

* Peki hortumla dayak atan kimdi?

Onu söylemeyeyim.

* Hâlâ çalışıyor mudur?
Yok. Hem orası kapandı. Anadolu Hisarı'nda çok güzel bir yatılı okuldu. Şu anda orası Sabancı Öğretmen Evi... Bu, Anadolu Hisarı'ndaki yerde bir salıncağım vardı. Rumeli Hisarı'na karşı sallanır, "Mavi nurdan bir ırmak, gölgede bir salıncak" diye şarkılar söylerdim. Benim kaçışım da oydu. 10 yaşlarındaydım... Oradaki öğretmenlerimiz o kadar iyi eğittiler ki bizi, sabah kalkar spor yapardık. Televizyon seyretmez, kitap okurduk. Sonra, bize küçük bahçeler vermişlerdi. Onları ekiyorduk. Her üç kişiye bir bahçe... Herhalde bir eğitim denemesi yapıyorlardı. 50 çocuktuk. Müdürümüz Sırrı Kantarcı vardı. Eğer yaşıyorsa binlerce teşekkürler. Sonra bu güzel yeri kapatıp üç-beş öğretmen dinlensin diye öğretmenevi yaptılar.

* Siz oradan nereye gittiniz?

Küçükyalı Yetiştirme Yurdu'na... Ondan sonra da kabuslarım başladı zaten. Müdürümüz tekmelerle dövüyordu bizi.

* Niçin?

Gece acıkıyorduk. Yiyecek birşey yok.

* Yemekte doymaz mıydınız?

Doyardık. Ama çocukluk işte. Acıkırdık. Öyle 'Acıktım yemek istiyorum' deme lüksünüz yok. Bazen akşam yemeğinden ekmek kaçırır yerdik. Ama her zaman olmazdı. Bir gece acıkıp bakkala kaçmıştık. Fındıklı bisküviler vardı. Açıkta satılırdı... Onlardan almış dönmüştük. Müdür bizi bekliyordu. İçeri girer girmez tekme atmaya başladı. Elimde bisküviler... Daha bir tane yiyebilmiştim... Başka bir suçum yoktu...

* Bildiğim kadarıyla 18 yaşından sonra 'Ailenizin yanına geri dönün' diyorlar. Siz döndünüz mü?

Döndüm ama çok mutsuz bir çocuk oldum. Kapısını kapatıp 24 saat müzik dinleyen, şarkı söyleyen, kitap okuyan bir çocuk... Yıllar sonra ailenize dönseniz de mutlu olmuyorsunuz. Çünkü onlar size yabancı, yabancılaşmış. Biraz öfke de var tabii. Beni bırakmışlar diye...

'Artık yetişmişim, ayaklarımın üzerinde durmuşum. Ailemin yanına gidiyorum. Peki ama niye?' diyorsunuz.

* Niye?
15 yaşındaydım. Annemlerin durumu daha iyiydi. Ve o yıl içerde çok kötü olaylar oldu. Müdürlerin tacizleri ortaya çıktı...

* Siz böyle bir durumla karşı karşıya kaldınız mı?
Hayır. Henüz küçüktüm. Üstelik benden o kadar güzel ablalar vardı ki! Bilinen şeylerdi. Bu tür şeyler olmadı değil. Çoğuna tanık oldum. Özellikle benim dönemimde çok yoğun yaşandı ve annemler beni aldı.

'Tuvalete gidiyorum' deyip bırakmıştı annem

* Çocuk Esirgeme Kurumu'na bırakıldığınızda kaç yaşındaydınız?

İki... Çoğu çocuk gibi anne baba ayrılığından... 15 yaşına kadar yatılı okullarda büyüdüm. Önce Çocuk Esirgeme Kurumu Kasımpaşa Çocuk Yuvası, 5 sene. Ondan sonra Küçükyalı Yetiştirme Yurdu, Anadolu Hisarı, Kadıköy... Dolaştım durdum.

* O dönemden kafanızda kalan ilk görüntü nedir?

En eski görüntü Kasımpaşa Çocuk Yuvası'na ait. Demir parmaklıklı, açılıp kapanan koca bir kapı... Tıpkı hapishane gibi... Arada annem geliyor sonra bırakıp gidiyor. Hep ağlıyorum... Ama gitmek zorunda. Çalışıyor çünkü. Bir keresinde 'Tuvalete gidiyorum' dedi, bıraktı gitti. Bir daha asla tuvalete göndermedim onu... Annemin hayatı çok zordu. Bana bakacak durumu yoktu. Birisiyle evlendi. Ama yine çok fakirdiler. Unkapanı-Haydar'da tek göz bir odada oturuyorlardı... Suyu, elektriği yoktu... Tuvalet dışardaydı... Üvey babam Osmanlı terlikleri dikerdi. Annem de pullarını işlerdi. Böyle bir hayat işte! Bazen annem haftasonları eve alır sonra geri getirirdi. Her seferinde, 'Hiç değilse sıcak yemeğini yersin kızım' derdi. ( Vatan Gazetesi )