Bir yürek fâtihi: Aliya İzzetbegoviç
“Mücâdelemizi insânî ve makul kılan, ona sükûn ve huzûr damgasını vuran, her şeyin âkıbetinin elimizde olmadığı kanaatidir. Bize ait olan, gayret etmek, uğraşmaktır; netice ise Allah’ın elindedir.”
ALİYA İZZETBEGOVİÇ
Soğuk savaşın hız kesmeden devam ettiği bir dünyada hayâta gözlerini açan bir nesildik biz. İki kutuplu dehşet dengesi içinde beka mücâdelesi veren bir Türk milleti gerçeği vardı ve o kurtlar sofrasında Türk’ün Türk’ten başka da dostu yoktu. Belki de bu kesine yakın hükmün tek istisnâsı dost ve kardeş ülke Pakistan’dı. Bin yıl evvel Gazneli Sultan Mahmut eliyle İslâm dairesine giren ve asırlar boyu hilâfet şemsiyesi altında yaşamaktan gurur duyan bu mazlûm ve sâdık halk dışında sıcak ve riyâsız ilişkiler kurabileceğimiz başka bir millet de yoktu kürre-i arz üzerinde. Evet, gerçek buydu ve bizler de o gerçekle büyüdük.
Bir Arap atasözü; “Sen sabret; zîrâ zaman sabretmez.” der. Hakikaten de öyle oldu. Yıllar akıp geçti ve artık zaman daha fazla sabretmedi. Dünyayı bir örümcek ağı gibi saran iki ayaklı siyaset tahterevallisinin bir ayağı aniden çöktü ve diğer ayak da dünyadaki gelişmeleri tek başına kontrol edemez oldu. Balkanlardan Orta Asya’ya uzanan geniş bir kuşak üzerinde, hemen hemen hepsinin sevdâsı bizimle ortak olan bir yığın devlet doğdu. Ellerinde tuttukları bağımsızlık meş’alesini bize doğru çevirmişler, âsümâna doğru savurdukları işâret fişeğine karşı bizden gelecek olan mesajı bekliyorlardı. Hele bir tanesi vardı ki, Fahr-i Kâinâtın müjdesine mazhar olan koca İstanbul Fâtih’inin emanetiydi bize. O, bir Balkan ülkesi olan Bosna-Hersek’ti.
Gönül coğrafyamızda doğan bu yeni devlet, millî, manevî müktesebâtının kaynağında bizi görüyordu. El hâk doğruydu. Boşnaklar, on beşinci yüzyılda Anadolu Türk’ünün eliyle geçirmişlerdi İslâm kaftanını sırtlarına. Şehâdet getirmeden önce de tevhîd ehlinin mühürsüz bir timsâli olan bu topluluk, târihinde bir kez olsun teslîse secde etmemiş. Hıristiyan olduğu(!) devirlerde bile rûhunda hep tevhîdi mayalamış. Papa, daha İslâm dairesine girmeden evvel, Hıristiyanlık için tehdit saydığı bu teslîs düşmanı halkın ölüm fermânını yayınlamış. Akîde planındaki bu yakınlık da fetihten sonra İslâm’la şereflenmelerini kolaylaştırmış. Onlar gerçekte dîn değiştirip İslâm’a girmemişler; kelime-i şehâdet getirerek inandıkları hakikatin ne olduğunu bütün cihâna ilân etmişler. Fâtih’in Bosna’yı fethi, sadece bu gizli keyfiyeti açığa çıkartmış. Sosyolojik planda Hıristiyan, hikemî anlamda ise muvahhid bir millet, fetihle beraber belindeki zünnârı çıkartıp İslâm libâsını giymiş.
Seneler evvel yârânla birlikte çıktığımız Balkan seyâhati esnâsında dost coğrafyalardan geçer, evlâd-ı fâtihân yurtlarını gezerken bu güzel ülkeye de selâm çaktık. Bosna’nın Türkiye sevdâlısı insanlarıyla kucaklaştık. Türk köyü Poçitel’in câmisindeki minbere asılı ay yıldızlı sancakla gururlandık. Mostar Köprüsü’nden, nâzlı bir gelin gibi süzülen Neretva Nehri’nin sularını seyre daldık. Blagay Tekkesi’nde ayağımızı deryaya sokarken Sarı Saltuk’u ve akıncı cedlerimizi rahmetle andık. Yorgun sokaklarda gezip mâzîdeki dehşetin izlerini taşıyan kurşun yağmuruna tutulmuş duvarlara bakarken savaşın ne büyük bir insanlık ayıbı olduğuna bir kez daha şâhitlik ettik. Ama bizi manevî atmosferine çekip gönlümüzü kendisine râm eden mekân, Saraybosna’daki Kovaçi Şehitliği oldu.
Karacaahmet kadar kadîm ve büyük bir mezârlık değil burası. Ama ona eş mânâlarla müzeyyen. Şehitliğe adım atar atmaz;
“Deryada sonsuzluğu fikretmeye ne zahmet!
Al sana, derya gibi sonsuz Karacaahmet!”
Diyen Necip Fazıl’ın dizeleri düşüyor gönlümüze… Karacaahmet ile kıyaslanamayacak ölçüde küçük olan bu mekânda nâ-mütenahî bir derinlik ve genişlik duygusu sarıveriyor tüm benliğimizi.
Şehitliğe adım atar atmaz engine açılmış bir rûh hâli içinde kabirlerin arasında dolaşmaya başlıyoruz. Şâhidelerin(mezâr taşı) mâsûmiyeti yüreğimizi ısıtıyor. Evet, sanki bu mezâr taşları şâhitlik ediyorlar, sînelerinde sakladıkları masûmların necip ve pak rûhâniyetine. Kara toprak, sizinle hâlleşiyor burada. Başka bir makamdan sonsuzluk ikliminin sâkinleriyle yârenleşiyoruz. Rûhlar arasındaki etkileşim kendisini daha bâriz bir şekilde hissettiriyor ölümsüzlerin yurdunda.
İnsanlar çoğu zaman huzûr bulmak ve rûhlarını dinlendirmek için parka ya da mesîre alanlarına giderler. Bu mazlûm şehirde ise huzûrla yıkanmak isteyen gönüllerin ilk durağı Kovaçi Şehitliği oluyor. Şimdiye kadar ziyâret ettiğim mezârlıklarda görmüş olduğum mezâr taşlarının hepsinden daha sâf ve beyaz olan şâhidelerin arasında dolaşır ve o şehitler yurdunu temâşâ ederken kendinizi semâdan arza inen meleklerin toplandığı mekânda zannediyorsunuz. Sanki şühedânın rûhâniyetinden oluşan bir koronun size; “Hoş geldiniz Erenler!” dediğini duyar gibi oluyorsunuz. Burada mekân sizi yalnızca maddesiyle değil, mânâsıyla da kucaklıyor.
Mezâr taşları arasında dolaşırken yüreğimizin dirildiğini hissediyoruz. Zîrâ ölülerin değil, ölümsüzlüğe erenlerin yurdundayız. Yaşayan ölülerin yanında rûhunuz nasıl daralırsa, öldükten sonra yaşayanların arasında da o ölçüde aydınlanıp sâf bir ayna gibi parıldıyor. Hayâtlarını şehâdet gibi, bir fânîye ödenebilecek en yüksek bedele bağışlamış müstesnâların arasında dolaşırken; "Allah yolunda öldürülenlere 'ölüler' demeyin. Aksîne onlar diridirler ancak siz fark edemiyorsunuz." (Bakara, 2/154) ayetinin şuûruna eriyor, her soluk alıp verişte o mânâyı da içinize çekiyorsunuz. Ve de ancak o zaman fark ediyorsunuz, ölüler arasında değil de, ölümsüzlük iksirini kana kana içenler arasında olduğunuzu…
Mekânın rûhâniyeti şahsın hâlet-i rûhiyyesiyle çiftleştiği demlerde iki farklı zaman boyutunda yaşayan rûhlar bir düzlemde buluşarak o sınır ötesi çizgide halvet olurlar. İşte burada ancak yürekleri diri insanlara hâs bu hakikat, ehline göz kırpıyor. Bizler de nasîbimiz ölçüsünde bu derûnî hakikatle yüzleşiyoruz. Şâhidelerin mâsûmiyeti gönlümüze akarken zihin kanallarımız da açılarak idrâk ve tefekkürümüz kanatlanıyor. Ve nihayet kendi kendimize sormadan edemiyoruz: “Kim ölü acaba, onlar mı, yoksa biz mi?” diye…
Sıra bu mezârlıkta yatan şehitlerin efendisini ziyârete geliyor. Evet, yanlış duymadınız, şehitlerin efendisini… Can kuşunu savaş meydânında uçurmadığı hâlde rütbe-i şehâdetle ödüllendirilmiş şâhitlerin en kıdemlisini… Bu ulvî mertebeyi belki de herkesten fazla hak eden o âbide insanı. Aliya İzzetbegoviç’i…
Bosna halkının baba olarak gördüğü üç âbide şahsiyetin sonuncusu o. Bu halkın birinci babası olan Fâtih Sultan Mehmet Han, Bosna’nın millî varlığına anlam katan en sağlam manevî zırhı geçirmiş bu asîl ve vefâlı toplumun öz benliğine. O delinmez zırhın adı İslâmîyet. Yakın zamanda Sırp ve Hırvat sürülerinin amansız saldırıları karşısında da görülmüş o zırhın ne kadar sağlam olduğu.
Bu toplumun ikinci babası olan Gazî Hüsrev Bey ise Kanûnî devrinde burada on yedi yıl valilik yapmış ve toprağa diktiği âbidelerle Bosna’yı mamûreye çevirmiş. Fâtih sadece coğrafyayı değil, yürekleri de fethetmiş, Gazî Hüsrev Bey ise Türkün ebedî mührünü coğrafyaya basarak toprağı vatan kılmış.
En başta gönülleri fetheden bu yürek fâtihlerinin sonuncusu ise asırlar sonra geliyor. Diğerleri gibi dışarıdan değil, bizzât kendi içlerinden çıkıyor. Soğuk savaş döneminde halkına bağımsızlık idrâkini ve mücâdele azmini aşılayan adam o. Kaybettikleri hazîneyi, onun önderliğinde yeniden keşfediyor Bosnalılar…
Mezârın başında kınından çıkmaya hazır kılıç misâli dimdik duran yüzü safvetle ziynetlenmiş asker dikkatimizi çekiyor. Yanına yaklaşıp çehresine dikkatle nazar ediyoruz. Kendisine odaklandığımızı fark etmesine rağmen, bir an olsun bakışlarını bize çevirmiyor. Vakarla ufukları seyre devam ediyor.
O nefer, anıtmezârı ve mezârlığı korumak için orada bulunmuyor. Vazîfesi, halkının ihtirâm kolları arasında son uykusuna çekilmiş bilge insana duyulan vefâ borcunun ödenmesi. Yoksa mekânın korunmaya ihtiyâcı yok burada.
İnsan bu nâmsız, nişânsız Mehmetçiğe bakarken Yahya Kemâl’in;
“Ne kadar sâf idi sîmâsı bu mü’min neferin!” mısraını hatırlıyor. Bir kuşluk vakti ziyâret ettiğimiz bu mekânda, gözlerimizin önünde “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” canlanıyor. Bakışlarındaki sâflığa hayrân olmamak elde değil! Sadece mezârlığın değil, askerin de fotoğraflarını çekiyoruz. Dakikalarca seyrettiğimiz bu vakur asker çehresindeki safvet ve muhabbet ummânı görülmeye değer. Hiçbir resim karesinin surette bizzât yakaladığımız mânâyı tasvîr edemeyeceğini bildiğimiz hâlde anıtmezârla birlikte başındaki Mehmetçiği de fotoğraflıyoruz.
Çoğu bürokratik devletin tören ve ziyâret rezidansı olan anıtmezârlara hâs bir soğukluk yok burada. Hiçbir kayda bağlı olmaksızın teklîfsiz, tekellüfsüz gezilebiliyor. İnsan kendisini protokole tâbi hissetmiyor.
Daha sonra âdeta ufuk turu yaparcasına bu büyük adamın ömrünün sahasında dolaşmaya başlıyoruz. O dakikadan sonra gezintimize duygu ve düşüncelerimiz daha yoğun bir şekilde refâkat ediyor.
Şehitlik bizim kültürümüzde herkesin bildiğinin ötesinde mânâlara sahip. Hâs mânâsıyla şehâdet yani tecellîye gönül gözüyle şâhit olmak, varlığın sırrına ermek, emsâlsiz bir mazhariyet. Her fânî o kutlu menzilden geçemiyor. Geçenler de bir daha fenâ bulmayıp fenâfillahta hayât buluyor. İşte huzûruna vardığımız zât, o çileli yolun müdâvimlerinden. Çilesinde sırrını, sırrında hikmetini, hikmetinde mükâfatını saklayan o müstesnâ bahtın sahiplerinden. Vâhaya ulaşamayacağını bilse de, bir ömür çölde yürümeye ahdetmiş ezel nasîblilerinden.
Şehâdet büyük bir mazhariyet olduğu kadar insanoğlunun sorumluluğunu da arttırıyor. İrfânı artıp gönül gözü tecellîye açılan kulun mesûliyeti de artıyor. Mesûliyeti arttıkça çilesi ve kahrı da ziyâdeleşiyor.
Şâhit olduklarıyla Yirminci yüzyılın son çeyreğinin çok büyük bir mustaribi bu adam. Hakikat ateşiyle yanıp kor olmuş bir serdengeçti o.
“Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûku asîl
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyla sefil.”
Diyen İstiklâl Marşı şairimizin yerin dibine geçirdiği o medenî dünyanın(!) kıyısında doğmuş ve hayâtı boyunca onun ikiyüzlülüğüne şâhitlik etmiş. İnsânî derinliğiyle o sefil mahlûku zerrelerine kadar teşhîs etmiş. Ve şâhit olduğu gerçeği sadece yazdığı eserlerle değil, yaşadığı hayât ve destânî mücâdelesiyle de hâfızalara kazımış. Sadece küçük cihâda değil, büyük cihâda da baş koymuş bir cihâd-ı ekber kahramânının huzûrundayız.
Bir adam bir ülkenin kaderinde ne kadar etkili olabilir?
İşte İzzetbegoviç, bunun eşine az rastlanır bir örneği. Zihnimiz bizi ister istemez gerilere, doksanlı yılların ilk yarısına götürüyor. Uygar Avrupa’nın(!) ortasında bir medeniyetin yok edilmek istendiği ateş ve barutla yazılan o mezâlim dolu yıllara…
Ne çetin bir imtihândı o! Her Bosnalı kendisinin ve ailesinin sorumluluğuna sahipken o bütün bir toplumun mesûliyetini taşıyordu. Mâsûmiyetini koruyan her vicdân, bu büyük adamın yüzündeki elem çizgilerinin çorak topraklar misâli derinleştiğine şâhit oldu. Kolay mıydı? “Bir elime ayı, diğer elime güneşi verseniz yine de davamdan vazgeçmem.” diyen Muhammed Mustafâ’ya (sallallahü aleyhi vesellem) ümmet olabilmenin borcunu canıyla, kanıyla, iffetiyle ödeyen insanların lideri olmak. Her şeye rağmen acı ve ıstıraptan nasır bağlamış o mübârek çehreden buram buram niyâz tütüyordu hep. Gönlü dûalı olmak, salât-ı daimîde olmak da buydu herhalde.
Ne tarîfsiz acılara şâhit olmuştu bu topraklar. Sabır taşı olsa çatlardı. O ise teslîmiyetin ete kemiğe bürünmüş bir âbidesi olarak halkının önünde yürüdü dâima. “Allah, kimseyi gücünün yetmeyeceği bir şeyle mükellef tutmaz.” (Bakara, 2/286) diyen âyet-i celîle yegâne sığınağıydı onun âkıbeti meçhûl savaş yıllarında. İşte o sarsılmaz îmânla halkını, içine girdiği o karanlık tünelden çıkarmayı başardı.
Sadece şâhidenin çevresinde değil, bu âbide adamın hayâtının etrafında da gezinirken gönlümüze bunlar düşüyor. Ve aklımıza onun son isteği geliyor. Hayâtı bir ibret meşheri olan bu müstesnâ insan, ölürken de kemâlinin son örneğini veriyor. Vefâtından sonra kendisi için bir anıtmezâr yapılacağını hissettiğinden;
“Beni kardeşlerimin yanına gömün.” vasiyetinde bulunuyor.
Vasiyet aynıyla yerine getiriliyor.
Şehitlikte gerçekleşen bu sabah tenezzühünün bize ikrâmı, gönlümüze dolan huzûr duygusu oluyor. Gök kubbe altında geçirdiğimiz en feyizli ve nûrânî sabahlardan birini yaşamanın hazzı içindeyiz.
Huzûrla gezdiğimiz şehitlikten, âdeta gönlümüz huzûra gark olmuşçasına ayrılıyoruz. Aliya’ya ve geride bıraktığımız bütün şehitlerimize rahmetler dileyerek…