"Üstümüzde garip bir hal var. Fanatik milliyetçi olmasak bile bir ucundan alemin kralı biz olmalıyız gibi havalara giriyoruz. Irkını aşan ülkesinde, ülkesini aşan şehrinde, şehrini aşan semtinde, semtini aşan ailesinde, ailesini aşan nefsinde; bir üstünlük, bir özellik, bir yücelik duygusu yaşıyor.
İçin için yanan saman yangınları gibi tehlikeli bu gidişin sonunda, ya kül olma ya da dumandan boğulma riskini alıyoruz.
Başlık meşhur şairlerimizden Cahit Zarifoğlu’nun dizesidir bu ve ilk bakışta kolay söylenebilen ve çoğumuza pek de özel gelmeyen dört kelimelik mısra, aslında çok değerli bir idrakin kapısını aralayan muhteşem bir anahtar olarak önümüzde duruyor: “Seçkin bir kimse değilim”
Kendimizi, ailemizi, çevremizi, neslimizi, ırkımızı yahut buna benzer seçmeden sahip olduğumuz bazı özelliklerimizi başkalarından üstün ve değerli görmek gibi bir haleti ruhiye içinde yaşıyorsak, bu mısrayı anlamak bir yana dillendirmek bile bize göre değildir.
Öyle ya; seçkin bir kişi, bir millet ya da bölgeden geldiğimize inanıyor ve bununla kendimizi tatmin ve takdim ediyorsak, bir anda üstünde durduğumuz kaidenin kırılması anlamına gelecektir bu kısa mısra.
Oysa bizden önce ve hatta aynı zamanda milyonlarca insan bizim vazgeçilmez sandığımız imkân ve şartlardan mahrum olarak yaşadı ve yaşıyor. Firavun'un sarayında bizim kaloriferli ve klimalı dairelerimiz kadar lüks imkanlar yoktu ama bir şekilde o da ısındı ve serinledi.
Ne krallar ne de köleler kendilerinden sonra gelecek nesillerin daha iyi şartlarda yaşama imkan ve ihtimali olacağını düşündü ya da dert etti. Herkes sahip olduğu ile yaşadı ve çekildi toprağın altına.
Onlar da mutlu oldular, hayat sürdüler ve nesiller boyu değişmeden halen devam ediyor bu.
Bizden çok daha değerli insanlar bizden çok düşük şartlarda yaşadılar ama bu onları değersizleştirmedi.
Aksine hala kendilerinden hasretle bahsettiğimiz güzel hatıralar bırakıp gittiler.
Ya da tam tersi…

Kendimizi insanlığın seçkin nesli görmemize gerek olmadığı gibi, bunun nasıl bir hadsizlik olacağını da azıcık tarih bilen her birimiz gayet iyi anlayacaktır. Tarih, kendilerini seçkin milletler ya da topluluklar zannedenlerin silinip gittikleri bir hikayeler serencamıdır adeta. İyiler ve kötüler, tıpkı iyilik ya da kötülük gibi daim olamadılar, “sıradan” insanlar da “seçkinler” de sürekli dünyada kalamadılar.

Aslını ve neslini seçkin bilmek hadi imkanları olanlarda biraz kullanılır malzeme olsa da, kendine yetemeyen, hayatını zor ikame edenlerde çok sırıtıyor. Benzer bir durum milletler ve devletler için de geçerli. Halkları seçkinlik hayalleri ile avunan zayıf ve fakir devletlerin yenilgi ve yıkımların altında ezildikleri ayrı bir gerçekliktir.
Kendimize az gördüğümüz ve daha fazlasını hak ettiğimizi düşündüğümüz şeyler, büyük ihtimalle tam da layık olduklarımızdır. Fazlasını hak ettiğimiz ve bir şekilde elde edeceğimiz fikri bir umuttur. Umudun ise garantisi olmaz. Fazla umutlu olmanın fazla kırılgan olmakla direk bir bağlantısı vardır.

Önce kendimizle ilgili kısmı çözecek ve sıradan bir insan olduğumuzu fark edecek, idrak edecek ve ikrar edeceğiz. Bizi başkalarından üstün kılacak meziyetin, gönlümüzde barınan ihlas/samimiyet ve takva/hassasiyet ile ilgili olduğunu unutmayacağız. Başkalarının ölçme imkânı pek olmayan bu kriterleri en iyi biz kontrol edebiliriz.
İnsan türünün en seçkinleri, pençelerindeki güçle yahut daldan dala zıplamadaki marifetleriyle ölçülmez.
Aynı şekilde hızlı koşanımız ya da pek güçlü olanlarımız da seçkinlerimiz değillerdir. Öyle ya bizden hızlı koşan ve daha güçlü olan nice hayvan var. Aynı şekilde, tenimizin rengi yahut damarlarımızda dolaşan kan da bize bir seçkinlik kazandıramaz. Zira hepimizin kanı kırmızıdır, beyazların kanı bile!
Neticede ölümün eşitleyeceği hayatları yaşıyoruz.
Bütün temel matematik işlemleri gibi, sonuç eşittir (=) işaretinden sonra gelecektir, yani ölümden sonra…
Kim seçkin, kim değil; kim özel, kim sıradan göreceğiz, gösterecekler…"

Muhammed Köse-3