“Egonun nihâî amacı bir şey anlamak değil, bir şey olmaktır.” 

Muhammed İkbal        

     “Öz güven sessizdir, ego ise çok gürültü yapar…”                                              

 Seksenli yılların ikinci yarısında tanınmaya başlamış, kimlik ve kişiliğiyle saygı toplamış bir isimdi Yaşar Nuri Öztürk. Özel kanalların olmadığı, devlet televizyonununsa birkaç kanaldan ibâret olduğu zamanlardı o yıllar. Arada sırada ekrana çıkıyor, insanların gönüllerini ısıtan konuşmalar yapıyordu. Uzmanlığı tasavvuftu. İhtisas sahası üzerine konuşmasa bile tasavvufi bir neşve ile hasbihâl ediyordu. Üslûbu nezih ve yumuşaktı. Abartıdan uzak, ölçülü ve saygılı bir tavır içindeydi çevresine karşı. Pervasızlık ona yabancıydı. Bencilce bir tutum sergileyen, insanları ısıran bir hitap tarzı yoktu.

Tartışma yaratacak mevzulara girmiyor, daha ziyâde Allah ile kul arasındaki münasebetin niteliğine ilişkin sohbetler yapıyor, dinde sevgi ve muhabbetin önemine işaret ediyordu. Şahıslara değil de, Hakk’a ve hakikate vurgu yapan bu tür konuşmalarıyla gönülleri mest ediyordu. Bu dönem, içinden çıktığı Diyanet câmiasına da ilişmiyordu kesinlikle.

Toplum kendisini yeni tanıyordu o yıllarda. O yüzden de hakkında ortak bir kanâat oluşmuş değildi henüz. Umumun kabulüne mazhar olmadığı için de toplumun önüne çıkarken elbette adımlarını dikkatli atması lazımdı. Bu tanınma ve kendisini kabul ettirme sürecinin, Yaşar Nuri’nin hayatında en çok takdir topladığı dönem olduğunu söyleyebiliriz. İtidâli elden bırakmamış, sansasyonel açıklamalar yapmaktan kaçınmıştır. Toplumun farklı kesimlerinden de hep olumlu tepkiler almıştır bu dönemde.

Yaşar Nuri’nin kişiliğine ilişkin zihnimde oluşan ilk imaj budur. Zaman içinde yeni unsurların eklenmesiyle birlikte hâliyle bu imaj da tahavvüle uğradı.

Doksanlı yıllarla birlikte Yaşar Nuri Öztürk, toplumun hayatına iyice girdi. Sadece gündeme oturmakla kalmadı, gündemi belirlemeye de başladı. Kamuoyu, onun dinî ve içtimâî mes’elelere ilişkin görüşlerini konuşuyor, tartışıyordu. Yalnızca fikir ve iddialarıyla değil, tarzıyla da bir fenomen hâline gelmişti. Modern İslâm düşüncesinin Türkiye’deki en popüler ismi olarak görülüyordu. Kendisini kabul ettirmiş, otorite hâline gelmiş, toplumun hocası olmuştu artık. Özellikle de lâik-demokratik aydınlar ve Batılı hayat tarzını benimseyen kitleler nezdindeki itibarı hayli yüksekti.

 “Büyük kafalar fikirleri, orta kafalar olayları, küçük kafalar kişileri tartışır." denir. Bu tarihlerden sonra Yaşar Nuri Öztürk konsept değişikliğine gitti. Artık fikirleri değil, olayları ve insanları tartışmaya başladı. Başta içinden çıktığı Diyanet olmak üzere kurumları hedef tahtasına oturttu. Din kurumunun yanlışlarına dokunuyor, din görevlilerinin cahilliğinden dem vuruyordu sürekli olarak. Fakat bunun daha derinlerde yatan köklerine inmiyor, determinist bir mantıkla sorunun kaynağına yönelmiyordu. Sürekli olarak eleştiriyordu sadece. Bu bir anlama ve çözüm üretme faaliyeti değildi. Bir zümreyi suçlu îlân etmiş, eline geçirdiği sopayla sürekli onları dövüyordu.

 Doksanlar yıldızının parladığı yıllardı. Artan etkinlik ve itibarına paralel olarak tavır ve davranışları da değişmeye başladı. Âdeta apayrı bir kişiliğe büründü. Yavaş yavaş o nazik ve çelebi adam gidiyor, yerine bambaşka birisi geliyordu.

Konumu güçlenip prestiji arttıkça üslûbuna suçlayıcı ve tahkir edici bir dil hâkim olmaya başladı. Toplumdaki çarpıklıkları eleştiriyor, bunların müsebbibi olarak gördüğü kişi ya da grupları diliyle dövüyordu hiç durmadan. Artık zırhını kuşanmış bir şövalye edasıyla çıkıyordu sahneye. Nefsine karşı müthiş bir güven duygusu içindeydi. Bu îtimâd-ı nefs, onu zaman zaman yol kazalarına da uğratmadı değil. Meslektaşları tarafından yaptığı hatalar, ilmî delilleriyle gözler önüne serildi. Bu durumda onu hâliyle müteessir etti. Bir eserinde Stephan Hawking’i Dabbet’ül Arz olarak nitelendirmişti. Meslektaşı ilâhiyatçı Hasan Elik Bey beraber çıktıkları bir televizyon programında kendisini eleştirmiş, Kur’an’ın dünyasında bunun başka anlamlara geldiğini ifade etmişti.

 Yaşar Nuri’nin eleştiri oklarının hedefinde en ziyâde cemiyetin din algısıyla, o algıyı beslediğini düşündüğü din kurumunun yanlışları vardı. Zaten o yanlışlara olan tepkisinden dolayı da en önemli eserine “Kur’an’daki İslam” adını vermişti. Eleştirilerinde haklılık payı yok değildi. Din hurâfelerin ağırlığı altında ezilmiş, fürûat dinin özünü unutturacak kadar toplumun hayatına girmişti. Fakat netîcede din toplumda yaşanıyordu. Mes’eleler ondan bağımsız ele alınamazdı.

Yaşar Nuri Öztürk hukuk, ilâhiyat ve felsefe tahsili yapmıştı. Kendisinde eksik olansa sosyolojiydi. Mes’elelere değer eksenli ve normatif bakıyor, sosyolojik açıdan nüfûz edemiyordu. Üzerinde en çok durduğu ve eleştirdiği konu ise dinin içtimâi sahadaki tezâhürleriydi. Burada ise sosyoloji bilmeden mes’elelere duhul edebilmenin, sağlıklı sonuçlara ulaşabilmenin imkânı yoktu. Yaşar Nuri en çok, en zayıf olduğu sahada konuşmuştur. Belki de din felsefesi yerine din sosyolojisi tahsil etmeliydi.  

Bazen sahip olunan birtakım meziyetler, bazı ahvalde kişi için ciddî bir zafiyet oluşturabilir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Yaşar Nuri, hukuk, ilâhiyat ve felsefe formasyonuna sahip bir bilim adamıydı. Bunlardan ilk ikisi normatif, felsefe ise ideali arayan bir disiplindi. O yüzden de problemlere, bu disiplinlerin kendisine kazandırdığı mantık üzerinden yaklaşıyordu. Sosyoloji bilmekse her ikisinden de farklı bir bakış açısına sahip olmak demekti. Yaşar Nuri’de eksik olansa, işte o bakış açısıydı. Bu eksiklik, ilâhiyatçı kimliğiyle sadece yerleşik değerleri ve toplumun din algısını yorumlarken değil, siyaset yaparken de kendisi için büyük bir handikap oluşturmuştur. Bazen bu tavır, topluma kışla gözüyle bakan askerin tutumunu da andırıyordu.

Üslûbu ve eleştirileri bir filin züccaciyeci dükkânına girmesine benziyordu. Hodgam ve agresif bir tavırla benmerkezci bir yaklaşım sergiliyor, bazen de muhatabını azarlıyordu. Doğruları, karşısındakine döverek kabul ettirmeye çalışan bir tutum içindeydi. Sabrı, tahammülü zayıftı.

Yaşar Nuri Öztürk bu dönem zaman zaman çok doğru ve isabetli açıklamalar da yapmıştır. O yıllarda şerîat gibi Kur’an’da da geçen ulvî bir mefhûm gayri millî medyanın kasıtlı propagandasıyla durmadan kötüleniyor, tahkir ve tezyif olunuyordu. Aleyhte gösteriler düzenleniyor, hattâ şerîata karşı yürünüyordu. Cinayete kurban giden bir gazetecinin cenaze namazında şerîatın gereği saf tutanlar, daha sonra tabutun arkasından yürürken “Kahrolsun Şerîat!” diyerek tempo tutuyordu. Bir kısım halkın bu konudaki cehaletini motive eden şer odakları bu gibi yanlış işlere zemin hazırlamışlardır.

Yine şerîat aleyhinde yapılan bir yürüyüşten sonra konu kamuoyunun gündemine girmiş, ekranlarda tartışılmıştı. Kanal 7’de çıktığı bir televizyon programında, yürüyüşe katılan bazı kadınların kendisini aradığını ve ona; “Yürüyüşe katılarak yanlış mı yaptık acaba?” diye sorduklarını söyledi. Hoca’nın onlara cevabı şu olmuştu: “Peki, niçin eyleme katılmadan evvel beni aramadınız? Geçmiş olsun. Testi kırıldıktan sonra artık bunu sormanın bir anlamı yok.”    

Kendisine yönelik eleştirilerin odağında yer alan husûslardan biri de şahsiyetindeki tekebbürdü. Doğrusu kendisini bu husûsta eleştirenler pek de haksız sayılmazdı. Ekrandaki tavrının ötesinde, birinci elden ve en güvenilir kaynaklardan işittiğimiz şahâdetler, bu iddiaları doğrular mahiyetteydi. 

7 Temmuz 2003 Pazartesi günü Ahmet Yüksel Özemre Hoca’yı Üsküdar’daki evinde ziyaret etmiştim. Hoca bana; “İslam'da Aklın Önemi ve Sınırı” isimli kitabını gösterdi ve ben gelmeden az önce yapılacak yeni baskı için gerekli olan düzeltmeleri tamamlayıp tashih edilmiş metni yayınevine gönderdiğini söyledi. Sohbetin ilerleyen deminde söz dönüp dolaşıp Yaşar Nuri’ye gelince, Hoca, tekrar kitabına atıfta bulunarak; “Yaşar Nuri bir seferinde bana; ‘Ben hep böyle bir kitap yazmak istedim ama nasip olmadı. Hâlbuki ben âlimim, sen âlim değilsin. Sen bu kitabı nasıl yazdın?’ dediğini” nakletti. Tabiî bu endazesiz söz beni bir hayli şaşırtmıştı. Özemre’ye hitâben; “Hocam! Bunu gerçekten size söyledi mi?” deyiverdim. Hoca bunun bir sorgulama değil de şaşkınlık alâmeti olduğunu bildiği için tebessüm ederek sözü şöyle bağladı: “Çok mütevazıdır. Paçasından akar kibir.”

Kendisinin bir dönem hocası da olan merhûm Ali Murat Daryal’den dinlemiştim. Daryal Hoca, daha talebe çağında iken Yaşar Nuri Öztürk’ü, yakından tanıdığı felsefeci-sosyolog Nurettin Şazi Kösemihal’in yanına götürür. Tanışma faslından sonra Öztürk, kaleme aldığı felsefî metinleri kendisine takdim eder. Metinleri okuyan Kösemihal, çok beğendiğini söyler ve Öztürk’ün boynuna sarılarak gözleri dolmuş bir vaziyette kendisini tebrik eder. Daryal Hoca, şâhidi olduğu bu hâdiseyi anlattıktan sonra aynen şöyle demişti: “Tabiî eskisi gibi yazamıyor artık. Zîrâ şimdilerde işin içine başka şeyler girdi: para, şöhret, medya…”

 Geride bıraktığımız yarım yüzyıl içinde hem her üçüne de sahip olup hem de onları tepe tepe kullanan az sayıda isim çıkmıştır bu toplumun içinden. Onlardan biri de hiç şüphesiz Yaşar Nuri Öztürk’tü.  

Forsunun yükseklerde dalgalandığı dönemdi. O yüzden zaman zaman Diyanet İşleri Başkanlığı’na getirileceği bile söylendi. Bazı yayın organlarında buna ilişkin haberler çıktı. 1997 senesiydi. Ceviz Kabuğu programında Hulki Cevizoğlu kendisine; “Geçen hafta bir gazetede Diyanet İşleri Başkanlığı’na getirileceğinize ilişkin bir haber vardı. Teklif gelirse tavrınız ne olur?” şeklinde bir soru yöneltti. Cevabı ilginçti: “Teklif gelirse değerlendiririz. Fakat Türkiye’nin henüz benim Diyanet İşleri Başkanlığı’ma hazır olduğunu düşünmüyorum.”

Bu cevap oldukça iddialı fakat bir o kadar da isabetliydi. Sadece Türk halkı değil, hükümetler de böyle bir tasarrufa hazır değildi. Türkiye din-devlet ilişkileri açısından söylenenin aksine laikliğin değil, Sezaro Papizm’in egemen olduğu bir ülkeydi. Diyanet İşleri Başkanı devletin memuru olup din bürokrasisinin başındaki adamdı. Dinin devletin kontrolü altında olduğu bir ülkede Yaşar Nuri Öztürk’ün mizacında bir Diyanet Reisi’ni düşünmek cidden zordu.

İktidarların hedefi din algısını değiştirmek değil, mevcut algı üzerinden toplumu kontrol edip yönlendirmekti. O yüzden de mevcut algıyı tahkim etmekti aslolan. Yaşar Nuri o koltuğa oturduğunda ise devrimci bir stratejiyle(!) birçok şeyi yerinden oynatmaya kalkardı. Bunu başaramazdı ama teşebbüs etmesi bile baş ağrısı ve iğtişaşa sebep olurdu.  

 Hiçbir hükümet buna yanaşmadı. Başka etkili görevlere getirilmesi de söz konusu olmadı. Daha doğrusu hiç kimse böyle bir adama yetki vermek istemedi. Resmî unvanı olmadan devirdiği çamlar, kendisini taşımanın mümkün olamayacağını gösteriyordu. Kontrol edilmesi zor adamdı.

Yaşar Nuri ilk kavşakta özerkliğini îlân eder, ardından da kendisini o makama getirenlerle kavgaya tutuşurdu. Kesinlikle söz dinlemezdi. Belki de girişilen macera bir seneyi bile bulmadan fiyaskoyla netîcelenirdi. Evet, Yaşar Nuri’yi öyle bir makama getirmek, maceraya atılmaktan öte bir şey değildi.

Türk toplumu zannedildiğinin aksine dindar bir toplum değildir. Fakat diniyle uğraşılmasına da tahammül edemez. Özellikle muhafazakâr çevrelerde bu duyarlılık yüksektir. Yaşar Nuri Öztürk’se sürekli olarak toplumun diniyle uğraşıyor, en ağır eleştirileri getiriyordu. Yerleşik değerlere harp îlân etmiş bir tutum içindeydi. Namazın üç vakit olduğunu söyleyen, zemzemi hafife alan bir Diyanet İşleri Başkanı hem toplumun hem de devletin sigortalarını attırırdı.

 Onu Diyanet İşleri Başkanı ya da Diyanet’ten sorumlu devlet bakanı yapmak çok riskliydi. Ne zaman patlayacağı belli olmayan bir bombayı elde tutmaya benziyordu bu durum. Hiçbir hükümet böyle bir tasarrufu göze alamazdı. Almadı da.

Sadece CHP ona sıcak baktı ve partisinin saflarına kattı. Partiye davet edilmesi, ilmiyle, müktesebatıyla partiye yapacağı katkıdan dolayı değildi kesinlikle. Dinsiz yaftasından kurtulmaya çalışan partinin böylesine bir kan takviyesi ve imaj tazeleme operasyonuna ihtiyacı vardı. Milletvekili yapıldı ama kendisine partinin etkili ve yetkili kurullarında hiçbir görev verilmedi. Verilmiş sözler de geçiştirilerek nisyâna terkedildi.   

Yaşar Nuri, CHP’ye yalnızca vitrin süsü yapılmak üzere davet edildiğini anladığında ise kızılca kıyamet koptu. Partiyle ilişkisini bitirdikten sonra çıktığı bütün televizyon programlarında hem CHP’yi hem de Deniz Baykal’ı topa tuttu. Hemen hiçbir parti yöneticisi kendisiyle polemiğe girmedi. Giremezdi de zaten. Mes’elelere hâkim olduğu için, karşısına çıkanın ipliğini partiyle beraber pazara çıkarırdı. Nitekim partiden ayrıldıktan sonra CHP’de geçirdiği dönemi Atatürk'ten Sonraki CHP” adıyla kitaplaştıran Yaşar Nuri Öztürk, partiyi mercek altına yatırarak yerden yere vurdu. CHP, Yaşar Nuri dosyasını yüksek bir maliyetle kapatmıştı.
Ne ilginçtir ki, milletvekili olduğu güne kadar devamlı olarak İslâmî çevrelerle didişen Yaşar Nuri Öztürk, siyasetin tozunu yuttuktan sonra eleştiri oklarının hedefine CHP’yi oturttu. Âhir ömründeki en ağır hücumları kendisini siyaset kulvarına taşıyan partiye karşı gerçekleştirdi.

Kendinizi tanıyorsanız, bazı ortamların sizi kaldıramayacağını da bilirsiniz. Onu görebilmek için illâ içine girmeniz gerekmez. Hâriçten baktığınızda da kolaylıkla fark edersiniz. O bünyenin sizi sindiremeyeceğini, günün birinde safra taşı gibi dışarıya atacağını görürsünüz. Ama ne yazık ki hırsınız gözlerinize perde çekmiş, idrakinize gem vurmuştur. Ve tabiî diliniz de lâl olmuştur. En ufak bir şüphem yok ki, CHP’ye girmeden evvel de sonrasında eleştirdiği husûslara büyük ölçüde vakıftı. Sözünü sakınmaması içinse kılıcın ucunun bir gün mutlaka kendisine de batması gerekiyordu. Öyle de oldu. CHP çatısı altında geçen bir buçuk yılın özetinin bu olduğunu düşünüyorum.

Ezan, Türkçe ibadet, namazın üç vakit olduğuna ilişkin görüşleri CHP’de bile sıkıntı yaratmıştır. Deniz Baykal’a, Yaşar Nuri’nin bu konudaki görüşleri sorulduğunda, bu fikirlerin partiyi bağlamayacağını söyleyerek destek vermekten kaçındı. Böyle bir durumda sürtüşmenin çıkması kaçınılmazdı. Çıktı da. Çünkü enesi yüksek adamdı Yaşar Nuri Hoca. Tekzip olunmayı hazmedemezdi.

Garip tecellidir. Din düşmanlığıyla nam salmış bir parti bile Yaşar Nuri’nin bu açıklamaları altında ezildi. Onu taşıyamadı. “Bizi bağlamaz.” demek zorunda kaldı. Sözlerinin sorumluluğuna ortak olmak istemedi.

Yaşadığı bu tecrübe siyasette kendisine yer olmadığını anlaması için yeterli olmadı. Bu seferde Halkın Yükselişi Partisi’ni (HYP) kurarak genel başkan sıfatıyla çıktı milletin huzuruna. Daha enginlere açılacaktı bu sefer. Türkiye’de tabandan gelmedikleri hâlde siyaset yapmaya soyunanların en büyük hatası, kişisel popülariteleriyle varlık gösterebileceklerini hattâ iktidara uzanabileceklerini sanmalarıdır. Farklı sahalarda elde ettikleri başarının siyasette de önlerini açacağına inanmalarıdır. Bugüne kadar yaşanmış ve sükût-u hayal ile sonlanmış bir yığın şâhsî tecrübe hâlâ kifayetsiz muhterislerin gözünü açmaya yetmiyor. Yaşar Nuri’nin de gözlerini açmadı. İlim dünyasında sahip olduğu karizmanın ona siyasette de yaver olacağını zannetti. Tabiî bu ham hayaldi. Parti genel başkanı olarak ortaya çıkınca siyasî yeteneğinin olmadığı daha açık bir surette görüldü. Benzerleri gibi bu teşebbüste üç-dört yıllık bir siyasî patinajdan sonra son buldu. Halk kendisine çok net bir mesaj vermişti: “Biz seni ilim adamı olarak görüyoruz.” Daha sonra çıktığı televizyon programlarında siyasete harcadığı yılların hata olduğunu lisan-ı münasiple itiraf etti. Gerçekte siyasete girerken de birçok şeyin farkında olduğu kanâatindeyim. Fakat Yaşar Nuri Öztürk hırslı adamdı ve hırsı da dâima aklının önündeydi.

Yaşar Nuri Öztürk aktif siyasete girmeden önce de ilâhiyatçı kimliğiyle siyasete yönelik yorumlar yapmış bir isimdi. Din görevlileriyle ilâhiyat kökenli şahısların siyasete karışmasını hoş görmeyen, bunu lâikliğe aykırı bularak birtakım sınırlamalar getiren sistemin efendileriyle iktidar seçkinleri ise kendisinin sahip olduğu kimlikle yaptığı yorumlara hiç ses çıkarmamış hattâ çoğu zaman da alkışlamışlardır. Çünkü Yaşar Nuri, devletin dine müdâhalesine değil, onların da işine gelecek şekilde toplumun din algısıyla, din kurumunun defolarına parmak basıyordu dâima. Diyanet mensuplarıyla mütedeyyin çevreleri kıyasıya hicvediyor, seküler kesimi ise bundan muaf tutuyordu. O yüzden de rejimin bekçisi olan çevreler, Yaşar Nuri söz konusu olduğunda dillerine fermuar çekmiş, kendisinin tutumunu laikliğe aykırı görmemişlerdir.

Dikkat çekici özelliklerinden biri de, içinden çıktığı Diyanet câmiasına karşı tahammülsüz bir tutum içinde olmasıydı. Bu durum, kendisinin meslektaşları arasında sevilmemesi sonucunu doğurmuştur.

Peki, Yaşar Nuri Öztürk toplumun bir kesimi tarafından niçin bu kadar çok tutuldu? Neden onlar tarafından âdeta bir idol gibi görüldü? Bu insanların geneli itibarıyla Yaşar Nuri’yi anladıkları kanâatinde değilim. Onu sevenler çoğunluğu itibarıyla modernliği hayatlarının merkezine yerleştirmiş insanlardı. Yaşar Nuri’ye toz kondurmayan bu kitlenin çıkış noktası dinî duyarlılıklar değildi. Dinin doğru yorumlanması gibi bir hassasiyetten ziyâde yaşadıkları modern-seküler hayata bizzat dinin kaynağından referans arıyorlardı. Sekülerleşmenin aynı zamanda Kur’an’ın da bir talebi olduğunu söyleyen Yaşar Nuri Öztürk’ün bakış açısı, onların ekmeğine yağ sürüyordu. 

        Bu kitle, doğru ve akla yatkın bile bulsa, klasik muhafazakâr çizgideki bir ilâhiyatçının yaklaşımlarını benimseyemezdi. Ancak laik ve Atatürkçü bir din âlimi, onlara şifa sunacak reçeteyi yazardı. Nefsini dine uyduramayan kitleler, Yaşar Nuri üzerinden dini nefislerine uydurmanın yolunu buldular. Yaşar Nuri onlar için biçilmiş kaftandı. Âdeta rahatlatma müessesesiydi. Tabiî Yaşar Hoca, bu kitlenin maksadına hizmet etmeyi esas alarak mı hareket ediyordu, şuûrlu bir şekilde böyle bir gayretin içinde miydi, bunu tartışmıyoruz. Burada söz konusu olan Yaşar Nuri Öztürk’ün niyeti değil, bu kesimin geneli itibarıyla ona nasıl baktığıdır.  

Bu popüler ilâhiyatçının iki binlerin ortalarından itibaren yıldızı sönmeye başladı. Mevsim değişiyor, buna paralel olarak Yaşar Nuri de hızla irtifa kaybediyordu.

İnsanlar yaşları ilerledikçe olgunlaşır, sivriliklerini törpülerler. Yaşar Nuri Öztürk de ise bu durum, aksi bir istikamette tecelli etti. Yaşı ilerledikçe kişiliğindeki pürüzler bir bir sökün etmeye başladı. İkbalden idbara yuvarlanış, şahsiyetini tebeyyün ettirmede turnusol kâğıdı vazifesi gördü. Şöhret ve ikbal onun için bir maskeydi. Maskenin düşmesiyle birlikte altındakiler de sırıtmaya başladı. Şöhret ve ikbale yaslanarak yaşayan bir şahsın, üzerinde yürümeye alıştığı zemin çökünce ne hâllere düşebileceğinin canlı bir timsâli oldu Yaşar Nuri Öztürk.

Hayatının son yıllarında iyice dağıttı. İçinde küfür barındıran sözleri bile televizyon ekranlarında sarf etmekten çekinmedi. Tahammülsüzlüğü zirve yaptı. Kaprisleri ve kompleksleri iyice arttı. Kendisiyle program yapan sunucuları bile bir punduna getirip sebepsiz yere fırçaladı.

Sadece birkaç televizyon kanalı kalmıştı artık kendisine selâm çakan. Onlar da ikbal devrinde misafir olmaya tenezzül etmeyeceği kanallardı. Eski alışkanlıklarından vazgeçemediği için bir süre sonra o kanallara attı kapağı tamamen. Baş müdâvimi oldu o kanallardaki programların.

Yaşar Nuri hayatın bir merdivene benzediğini, çıkışları olduğu kadar inişleri de olacağını kabul edememişti. Bugüne kadar o hep çıkmıştı, bundan sonra da öyle olmalıydı. Dâima en yüksek alâkayı görmeliydi.

Devrin ve şartların değişmesiyle beraber ikbal güneşi solup gurup etmeye başlayınca iyice çileden çıktı. Ağzından emziği alınmış bebeğe döndü. İçinden ağlıyor, dışındansa bağırıyordu. Son yıllarındaki pervasızlığı, tahammülsüzlüğü, sertliği içindeki gürültüyü bastırmak içindi.

        Muhakkak ki Ziya Paşa’dan haberdardı. Ama keşke;

İkbâline idbârına dil bağlama dehrin

Bir dâirede devr edemez çenber-i devrân

diyen Ziya Paşa’yı daha iyi anlamış olsaydı. Yaşar Nuri elbet bu gerçeğin farkındaydı ama bir türlü kabullenip içine sindiremiyordu.

        “Allah’a dayan, sa'ye sarıl, hikmete râm ol” diyen şâir, boşuna dememişti. Hikmeti bilmek, tek başına yeterli değildi, hakikate ulaşmak için ona râm olmak da gerekirdi. İnsanoğlu hikmetten nasiplendiği ölçüde olgunluk merdivenlerini tırmanırdı.

        Tasavvufun inceliklerini bilmek başka şeydi, gönlünde tasavvufu mayalamaksa apayrı bir şey. Sanatın inceliklerine vakıf olmak ayrı hünerdi, sanatkâr olabilmekse apayrı bir mazhariyet.

        Bazı sinema filmlerinde iki ya da üç kişilikli insanların hayatları anlatılır. Yaşar Nuri’nin üslup, tavır ve reaksiyonlarını gözlediğinizde karşınıza birbirini takip eden üç devrede üç ayrı Yaşar Nuri Öztürk portresinin çıktığını görürsünüz.                                                            

        Bu satırlardan dolayı bazı Yaşar Nuri Öztürk hayranlarının bana kızacağına eminim. Kendilerine tavsiyem, eğer bulabilirlerse üç ayrı dönemde yaptığı konuşmaları mukayeseli bir şekilde izlesinler. Ben bu yıllar zarfında birbirinden tamamen farklı olmasa da üç ayrı Yaşar Nuri Öztürk gördüm. Onlar da göreceklerdir. Haksız çıkmayacağımı düşünüyorum.

        Ölümünden sonra bazı yayın organlarında çıkan; “Cehennem onu bekliyor.” gibisinden nahoş ve nobran ifadeleri, tekfir kokan satırları doğru bulmadığımı belirtmek isterim. Hakkımızda nihâî hükmü verecek olan Cenâb-ı Hak’tır. Daha fazlasını söylemekse haddi ve itidâli aşmaktır.

        Hangimiz mükemmeliz. Yaşar Nuri de mükemmel değildi elbet. Her fânî gibi o da sevaplarıyla ve günahlarıyla göçtü bu âlemden. Son söz olarak her gidenin arkasından dendiği gibi; “Allah taksiratını affetsin.” diyelim. Mevtimizden sonra bizi değerlendirecek olanlar da en azından arkamızdan aynı şeyi söyleyebilsinler.

        Sahip olduğu prestije göre çok gürültülü olmadı aramızdan ayrılışı. Sessiz gemiye bindi ve aniden çekildi hayat sahilinden.