Hz. Hâcer, ıssız Mekke vadisinde Hz. İbrâhim’in bırakmış olduğu az miktardaki su ve erzakın tükenmesi üzerine Hz. İsmâil’in susuzluktan ölmesinden korkarak telâşlanmış, çaresizlikten Safâ ile Merve tepeleri arasında yedi defa gidip gelmiş, bu sırada oğlunun bulunduğu yerden zemzem suyunun çıktığını görmüş ve bu vadide kendisine su ihsan eden Allah’a şükretmiştir.

Müslümanlar olarak bizler köle Hz. Hacer'in çocukları olduğumuz için onurumuzdan ve masumiyetimizden asla taviz vermediğimiz içindir ki insanlığın özgürlüğü adına umut olan bir milletiz.

Hz. İbrâhim 100, oğlu İsmâil on dört yaşında iken Sâre İshak’ı dünyaya getirir. İshak’ın sütten kesilmesi münasebetiyle verilen ziyafet sırasında İsmâil İshak’a gülünce Sâre kızar ve Hz. İbrâhim’e, “Bu câriyeyi ve oğlunu dışarı at; çünkü bu câriyenin oğlu benim oğlumla, İshak’la beraber mirasçı olmayacaktır” diyerek onları kovmasını ister.

Yahudiler ise Sare'nin çocukları oldukları içindir ki hasetliklerinden ve kıskançlıklarından dolayı insanlığın başına bela olan yeryüzünün hiç uslanmaz şımarık çocuklarıdır.

Peygamberler, insanlığın "baba'lık serüveninde" mağdur olmuş çocuklardır. İnsan evladı olmak, baba'lık gördükçe yücelen ama baba'sızlık yaşadıkça da küçülen / sapkınlaşan bir soy sop yani zürriyet sahibi olma ya da olmama halidir. Hz Musa, Firavun'un üvey oğludur. Baba'sızlığını telafi etmek adına peygamberlik görevinde kardeşi Hz Harun; “ağzı ve dili ağır bir kişi” olan Hz Musa'nın yardımcısı olmuştur. Hz Hızır'da baba'sız Musa'nın ergenleşmesine yani tekamülüne, seyru süluk'üne katkı sunan bir mürşittir. Hz Musa'da baba'sızlığın doğurduğu eksiklikleri gidermek adına süreç içerisinde Hz Hızır ve Hz Harun kendisine yol gösterici olmuştur.

Hz. İsa baba'sızdır.

“Meryem oğlu ile annesini de bir âyet yaptık; ikisini de kalmaya elverişli, kaynak suyu bulunan yüksekçe bir yere yerleştirdik” (Mü’minûn 23/50).

Baba'sız İsa, annesi Meryem'le bütünleşik bir hayat sürmenin bedelini içinde yetiştiği toplumla, kültürle bütünleşemeyerek ödemiştir. Hz İsa, imgeler dünyasında annesel ve tanrısal bir kişiliğe dönüşerek güç ve iktidarını sevgiden alan bir peygamber olmuştur. Baba'sız kalan her çocuk İsa kaderine mahkumdur. Çocuklarına aşırı düşkün anneler çocuklarının büyümelerini yani erkekleşmelerini engellemektedirler. Baba'nın iktidarını ve otoritesini yıkan anneler çocuklarını kutsallaştırmaktadırlar. Kocalarından edinemedikleri sevgi ve mutlululuk arayışlarını çocuklarında aramaktadırlar. Kocalarıyla mutsuz kadınlar, çocuklarıyla nafile bir şekilde mutlu olmaya çalışan anneler zamanla psikolojisi sorunlu kadınlara dönüşmektedirler. Sevgi ve aşk arayışları ile çırpınan yeni nesil çocuklar; "Dindar nesil değil çocuk tanrılar nesli" özetle sınır (boderline) kişilik olarak yaygınlaşmaktadır.  Eğitim öğretim adı altında iflas etmiş bir sistemde kişilik bunalımları sonucunda  ya intihar ya uyuşturucu ya alkol ya da çukurlarında  bocalayan bir nesil yaratılmaktadır. Kırk yıldır okullarda, dershanelerde, yurtlarda ve evlerde yetiştirilen ''Altın Nesil'' denilen elemanlarla devletimize yapılan ihanetin yarası kapanmadan eğitim öğretim adına bilimsel çalışmalar yapılmadığı takdirde yeni bir neslin darbesi Türklüğü ve Müslümanlığı yeniden zora sokacaktır. 

Dindar nesil değil çocuk tanrılar nesli

Hz Yakup, oğlu Hz Yusuf'a aşırı şefkatli aşık bir babadır. Yusuf'un kardeşlerinin kıskançlığı sonucunda kuyuya atılmasını büyük bir çocukluk travması olarak da düşünebiliriz. Çocuklarını çok seven babalar çocuklarında travma etkisi yaratan babalardır. Bu çok sevginin altında aşırı kontrol ve aşırı düşkünlük çocuğun büyümesinin, bireyleşmesinin önündeki en büyük engeldir. Hz Yusuf'un hikayesi aslında bir çocuğun hayatında travmaların yaşanması ve zamanla la çözümlenmesi hikayesidir. Hz Yusuf'un kuyusunu kuyu olarak değil de travma olarak düşünürsek çocuk psikolojisi açısından daha sağlıklı sonuçlar edinebiliriz. Çocuklarına düşkün babalar çocuklarında obsesif, sadist-mazoşist ya da biüel bir yapının sebebi olabilirler.

Hz İbrahim babası Azer (Terah) oğlu ile ilişkisinde sevgisiz bir babadır. Hz İsmail ise babasına boyun eğen bir oğuldur. Hz Muhammet ise babasız büyüyen bir çocuktur. Baba sevgisi görmemiş bir erkek olarak Hz İbrahim, evlilik hayatında ilk eşi Sare'nin gücüyle rekabete girememiştir. Kıskançlığın ve hasetin mağduru olarak sürüldükleri çölde Hacer kocasız, İsmail babasız kalmıştır. Hz İsmail, bu çocukluk travması sonrasında babasına boyun eğen bir oğul olarak kurban edilmeyi göze almıştır. Kurban olayını, bir çocukluk travmasının Allah'ın yardımıyla çözümlenmesi olarak düşünürsek babalık açısından anlamlı sonuçlar edinebiliriz. Baba oğul ilişkilerinde kuşak çatışması yaşanması çocuğun sağlıklı kişilik geliştirmesi açısında bir zorunluluktur. İslamiyet gençlerin anne babalarına itaatini değil tartışarak, uzlaşarak ve en sonunda anlaşarak uyumlu olmalarını öneren bir dindir.

Hz.Muhammed, Mekke'nin büyük ailelerinden, Kureyş kabilesinin kollarından biri olan "Haşimoğulları" ndandır. Babası Abdullah , annesi Amine' dir. Dedesi Abdülmuttalip, Mekke' nin ileri gelenlerindendir. Abdülmuttalib sağlığında torunu Muhammed'e gereken ihtimamı gösterdi; kendisinden sonra da bakımını oğlu Ebû Tâlib'e vasiyet etti. Amcası Ebû Tâlib Kureyş içinde önde gelen, sözü dinlenen, saygı duyulan bir kimse olup himayesini üstlendiği yeğeni Muhammed’in üzerine titrer, onu çok sever, uğurlu olduğuna inanır ve iyi yetişmesi için elinden geleni yapardı. Hatta seyahatlerinde bile yanından ayırmazdı. Nitekim onu himayesine aldığı ilk yıllarda bir kafile ile birlikte ticaret amacıyla Suriye’ye gitmeye karar verdiği zaman henüz on iki yaşlarında olan yeğenini de ısrarlı talebi üzerine yanına almıştı. Kaynakların ittifakla verdikleri bilgilere göre, ticaret kervanı Suriye topraklarındaki Busrâ’da konaklayınca rahip Bahîrâ Ebû Tâlib’e, yeğeninin gönderileceği İncil’de vaad edilen peygamber olduğunu, çocuğu iyi koruması gerektiğini söylemiş, bunun üzerine Ebû Tâlib Şam’a gitmekten vazgeçip süratle Mekke’ye dönmüştü.

Hz Muhammet, doğmadan önce babasının vefatı sonucunda çocukluğunda baba'sızlığı yaşamasına rağmen dedesi ve amcasını babası yerine koyarak , babası bilerek bu eksikliği telafi etmiştir. Diğer peygamberlerin hikayesindeki baba sorununu yaşamayarak erilleşme ve birey olma sürecini sağlıklı olarak tamamlamış bir peygamberdir.

Kadına şiddetin çözümü erkeğin ya da kocanın üstüne yasalarla gidilerek değil babanın iyileştirilmesiyle çözümlenir. İyi babaların ve mutlu kadınların sağlıklı çocukları olur. Peygamberler insanlığın psikolojik ve sosyolojik olarak iyi babalık örnekleridir. Avrupa'nın Batı'nın güdümündeki hukuk anlayışımızla; Toplumsal Cinsiyet Eşitliği saçmalıklarıyla, İstanbul Sözleşmesi zırvalıklarıyla ailemizin içine sızan truva atı, çağdaş ve çağcıl değerlerle sonucunda bir nesil biüelleşmekte ve deistleşmektedir. Televizyonlarda ve gazetelerde köşe tutmuş sözde dindar, milliyetçi düşünür ve yazarların karışık kafalarıyla ve bilinçdışı bilinçleriyle peygamber tarihine ihanetin sonucunu insanlık, soysuzlaşarak, sopsuzlaşarak ve zürriyetsizleşerek ödeyecektir. İslamiyet, kadının kadın olduğu erkeğinde erkek olduğu bir dindir. İslamcılıkta ise kadınlar erkeğin gücüne soyunurken, erkeklerde kadınsılaşarak güç ve iktidar peşinde koşmaktadırlar. Türkiye Cumhuriyeti, Kemalizm tecrübesinden sonra artık " İslamiyet mi yoksa İslamcılık mı? " sorunsalını düşünmek zorundadır. İslamcılık, İslamiyet'e derin darbelerle bilinçsizce saldırmaktadır. İslamcı kadın ve erkek aydınlar, kendi kişisel egolarını tatmin etmek adına dinin özünü dinamitlemektedirler. Aile kurumu, sadece solcu ve feminist aydınların marifetiyle değil son dönemde esasen İslamcı aydınların kalemlerinden çıkan düşüncelerle çökertilmiştir. İslamcılık demek İstanbul Sözleşmesi demektir. İslamcılık demek Toplumsal Cinsiyet Eşitliği demektir. İslamiyet, İslamcılıkla gün geçtikçe büyük oranda güç kaybetmektedir.

Necip Fazıl'lar, Sezai Karakoç'lar, Nurettin Topçu'lar, Cahit Zarifoğlu'lar, Erdem Bayazıt'lar, Rasim Özdenören'ler, Nuri Pakdil'ler, Mehmet Akif İnan'lar yetişmiyor artık. Televizyon dininin ilahiyatçılarına ve İslamcı yazar ve bilir bilmez konuşurlarına esir olduk. Yeniden Sezai Karakoç, yeniden Yedi Güzel Adam, yeniden Nurettin Topçu, yeniden Necip Fazıl okumak zorundayız. Büyük Doğu Nesli ve Diriliş Nesli'ni yeniden diriltmeden gelecek günler bizim için umut vermeyecektir. Ayasoyfa atalarımızın fethidir; eskinin zaferleriyle avunmak yerine Roma'nın fethini düşlemedikçe yenilenemeyiz. Yenilenmedikçe de geleceğin kaderinde yenilmemiz kaçınılmaz olacaktır. Fetih, geçmişe sığınmak değil geleceği yeniden yaratmaktır. İstanbul'un fethini atalarımız için müjdeleyen peygamber; Roma'nın fethini umulur ki bizim için muştulamış olsun. Bu devrin müslümanları Ayasofya'da gözyaşları içinde namaz kılarak cennete gideceklerini sanırlarsa gelecek zamanların yenilgisine zemin oluşturmaktadırlar. İlayi Kelimetullah uğruna Libya'dan sonra Türk'ün imanı Roma'yı da aydınlatırsa cennete bir adım daha yaklaşmış olabiliriz.

Sezai Karakoç'u hiç okumayan yeni nesiller hayatı her yerinden kötü bir şekilde ıskalamıştır. Annelerinin kucaklarında büyüyemeyen bu devrin çocukları, babalarının ocaklarında baba'sızlığın derin acılarıyla boğuşmaktadırlar. Annelerin değil, kadınların değil, erkeklerin de değil babaların özlemi ancak bizim derinlerdeki ızdırabımızı dindirecektir. Babalarımızın ocaklarında ancak güvenli bir kişilik kazanabiliriz. Ruh sağlığımızı babalarımızın ellerinden ömür boyu tuttuğumuzda kazanırız.

Karakoç'a kulak verelim:

Biz mahcup ve onurlu çocuklarız

Başımızı kaldırıp bir bakmayız

Siz rüyalarınızda yaşayıp durursunuz

Siz güvercinleri gözlerinden vurursunuz

Siz ekmeğin hamurunu, aşkın hamurunu samandan yoğurursunuz

Siz rüyalarınızda yaşayıp durursunuz

* * *

Siz kalbe hançer gibi giren

Siz kalpten ağaç gibi çıkan

Siz bize şahdamarımızdan yakın

Siz yüzükler içindeki kan

Siz inançların sedef kabuğunu

Ebabil kuşlarının gagalarıyla kıran

Bununla beraber üzülmediğinizi biliyoruz

Gün gelecek toprağın altına uzanacağız

Her gece saat beş sularında sizi

Toplardamarlarımızın içinde bekliyeceğiz