Önceki yazımızı “Güçlü Müslüman otoriteler sayesinde, bu olmadığında bile Kur’an yoluyla duyguda ve pratikte kendilerini sürekli olarak bir devlete nispet edebilen büyüklerimiz, devleti koruma ve kollamada yani hamiyet esasında sabit olmuşlar, ancak sistemden kaynaklanan problemler nedeniyle devlete değil muktedirlere (siyasîlere) karşı muhalefet etmeyi seçmişlerdir.” diyerek, Mehmet Akif’in de bu anlayışta olduğunu, ancak önemli kimi nedenlere bağlı olarak konunun sadece bundan ibaret olmadığını belirtmiştik.

Hamiyeti de aşan o önemli nedenlerden biri, Mehmet Akif’in kendi devrine göre hak ettiği İslam Şairi, Ümmet Şairi nitelemelerinin yeni bir devlet anlayışına ve düşüncesine bir köprü oluşturmaması, bilakis onun geçmişte kalan şanlı tarihin kimi muhteşem tablolarının şairane zikrini sonraki kuşaklara yırtılamaz, aşılamaz bir nostalji perdesi olarak miras bırakmış bulunmasıdır.

Zira, Mehmet Akif her şeyden önce bir şairdir ve bilindiği gibi şiir bunalım (kriz) zamanlarında zorunlu olarak geriye çekilen düşünceye vekalet eder. Diğer bir söyleyişle bunalım zamanında var oluş şartları gereğince kendisini geriye çeken düşüncenin boşalttığı yer şiir tarafından doldurulur. Şartlar düşüncenin lehine değiştiğinde ise şiir ona vekalet etme işlevini terk ederek, sadece bir kaldıraç olarak ona destekte bulunmayı sürdürür.

Bu bağlamda, Mehmet Akifi’in Mezarlık şiirindeki şu kıtayı hatırlayalım:

“Şanlı bir târîhsin: Mâzî-i millet sendedir.

Varsa ibret sendedir, hikmet de elbet sendedir;

Devr-i İstîlâ durur yâdında, devlet sendedir!

Çünkü hürriyyet, hamâset sende, gayret sendedir,

Zindegî zillettir artık, bence izzet sendedir!”

Mithat Cemal, bu kıtadaki “Devr-i İstîlâ durur yâdında, devlet sendedir!” kıtasını şöyle okumuştur:

“Bu mısrada yükseklik ve derinlik var. Yükseklik var: Çünkü devri istila mezarlığın koynuna girmek suretiyle mezarlıkta ‘devlet’ tasvir ediliyor. Mezarlık ise nisyan, harabi, harabe, seng ve türab, zıll ve zalam, leyl ve mağrib odalarıyla lebriz bir mahşer-i mahuf olduğu için mezarlığı gören yalnız mezarlığı görür ve hiçbir zaman onda ihtişam-ı dünyevisiyle bir devlet-i maziye kadidinin serilip yattığını göremez.

Binaenaleyh mezarlıkta devlet görmek âli-nazarlıktır.

Derinlik de var: Çünkü Akif mezarlığa hitap ederken ‘Devlet sinendedir, hâkindedir’ filan gibi bir şey söylemiyor. Devr-i istila-yı devleti mezarlığın yâdına sokuyor. Mezarlık gibi nisyanın hükümet-ferma olduğu zeval-i âlem muhitlerine ‘hafıza’ isnat etmek ve binaenaleyh hafıza-i hane-i makabirde bir devlet yaşatmak tarz-ı tefekkürde fevkaladeliktir.” (Nakl.: N. Ahmet Özlap, Aklı Karıştıran Belagat Kasırgası – Safahat’ın Yankıları 1911-1924, Büyüyenay Yayınları, 2019)

Mehmet Akif’in bu düşünme tarzında bir sorun yoktur. Sorun bunun İslam şairinden kalan bir miras olarak kalın bir perdeye dönüştürülmesindedir. Üstelik Mehmet Akif’in bu sonuca bir dahli ve buna dair bir kusuru da yoktur. Çünkü o kendi zamanın şatlarına tabi olarak, düşüncenin kendisini geriye çekmesinden doğan boşluğu şiirleriyle neredeyse tek başına doldurmuştur. Onu izleyen nesiller özellikle de anarşi kuşağı olarak tanımlanan ’80 kuşağı söz konusu perdenin üreticisi ve koruyucusu olarak devlet anlayışı esasında halen sürdürülen yanlışlardan bizzat sorumludur.

Çünkü çoğunluğu bilahare Ak Parti iktidarının yönetiminde de yer alan bu kuşaklar, Mehmet Akif’in hamiyet ve mazi merkezli şairane devletçiliği ile üniter ve laik yapıda yeniden inşa edilen devletle mesafesini, buna yaslanan yeni siyasete (iktidara) karşı muhalefetini, onun şanlı mazideki devlet(ler)e olan özlemini had olarak alıp, bunu da içi boş bir ithal tanımdan ibaret olan “İslam Devleti” tanımı içine çekerek birbirlerine karıştırmışlar ve doğal olarak yanlış yönlere savrulmuşlardır.

Analojik bir dille söyleyecek olursak devlet suyu tutan bir kap gibidir. Hem içindeki suya kendi şeklini verir hem de içinde tuttuğu suyun rengine bürünür. Başta Mehmet Akif olmak üzere bunalım devrindeki alim, mütefekkir ve münevverlerimizin ve onların düşüncelerinin varisleri olan yeni kuşakların devlet ve siyaset anlayışları, uygulamaları esasında akıllarını karıştıran da aynıyla bu ilişkidir.

Bu manada kendi toplumsal yapımız ve kültürel kodlarımız gereğince devlette sürekliliği gözettiğimize ve onu dinimizden, yardımlaşmamıza kadar tüm değerlerimizin zırhı olarak bildiğimize göre devlete karşı olmamız muhalidir.

Ancak siyaseti (yönetimi) nedeniyle devleti eleştirmek, kendimizin (milletimizin) iyiliğimiz için şarttır.