Bilgi iki yönü keskin bıçak gibi. Avrupa’da bir kitap yazılıyor, hemen getirip alıyorsunuz. Sizin hayatınıza uyup uymadığı, sizin dilinize, sizin düşünme mantığınıza, sizin geçmişinize yakışıp yakışmadığını bilmiyorsunuz. Bu bir malumat kopyacılığı.
Buna devam edersem bu “kopyacılık” bu “taklitçilik” beni yer bitirir.
Ben edilgen ve nesne biri olarak değil etkin biri olarak kalmak istiyorum. Bunun için malumata (bilgi) karşı benim katkıda bulunmam, eleştirel bir gözle bakmam, irdelemem, sorgulamam lazım. Yeni ve bize yakışan değerlerle örtüşen şekilde sınıflamam gerekir.
Dünya köy oluyor, evet ama bu “köy” tek “muhtar tarafından yönetilmemeli. Ben böyle bir köyde yaşamak istemiyorum. Çünkü ben kendi farklılığımla yaşamak istiyorum. Kendi zenginliğimle hayatta kalmak istiyorum. Dünyanın güzelliği farklılığında. Allah, Dünyayı tek bir cins bitkiden, tek bir cins hayvandan ibaret yaratmamış. Bir türü bile kendi içinde yüzlerce alt türe ayırmış. Tıpa tıp birbirinin benzeri yaprak bile yok. Her bir neve ayrı şahsiyet vermiş.
Tornadan çıkar gibi tek tipleştiren eğitime “isyan” ediyorum. Nurettin Topçu İsyan Ahlakı kitabının tanıtımı ile ilgili kapağında şu ifadelere rastlamıştım: “Biz, hem uysallığa, hem de anarşizme karşıyız. Her türlü toplum gerçeğinin her şey olduğu anlayışına karşı olduğumuz kadar, bencil ve katı ferdiyetçiliğin de karşısındayız.”
Özellikle merkezi sınavlara hazırlık adı altında aldığım “teste dayalı” öğrenme süreci benim varlığımı da kişiliğimi de yitirmeme yol açıyor. Merkezi sınavlar karşısındaki bu uysallığa/teslimiyete ve sessizliğe “isyan” ediyorum.
Süçgeçten geçmemiş “kimlik” kazanmamış bilginin bir anlamı var mı? Her bilgi benim duygularımın ve düşüncemin eseri olmalı. Dayatılan ve benimsetilen her türlü bilgi benim şahsiyetimi yozlaştırıyor. Kimliğimden bir parça alıyor. İstidatlarımı ve sınırlarımı farkedemiyorum. Bilgi ve becerilerim içinde kendime ait bir şey görmeyince kendime güvenim sarsılıyor, öğrenilmiş çaresizliğin girdabına düşüyorum.
Bilmediğim bir şeyse benim oradaki etkinliğim olmalı. Bilmediğim şey karşısında soru sorabilmeliyim. "Bu yeni bilgi acaba benim şu andaki hayatımı nasıl etkileyecek? Ben bu bilgiyi nasıl dönüştürebilirim, nasıl içselleştirebilirim, nasıl yorumlayabilirim?"
Katkıda bulunarak, tartışarak, eleştirerek bilgilenmeyi anlamlı buluyor fıtratım. O takdirde merak duygularım uyanıyor. Aksi halde edilgin alıcı olarak işe koyulduğumda, bu tamamen merakımı yok ediyor.
Müfredat Dayatması
Millî Eğitim’in felsefesine bakıyorum: Öğrenim sürecinin aktörü olarak ne öğreneceğim ve nasıl öğreneceğim konusunda tercih ve istek şansı vermiyor bana. Kendi mizacım; stil ve profilim, tercihlerim yok farzediliyor. Gerekli olan bilgi, beceri ve davranışlar hep üstten dayatılıyor. Çocuğum için evladım için bana hiçbir tercih hakkı vermiyor. Hatta çocuğumun öğretmenine de okulun idaresine de.
Eğitim ve psikoloji gerçeklerine; insan doğa ve fıtratına ters bir hareket bu. “Onu öyle değil böyle yap!” anlayışı bu… Ben özgür olarak yaratılmışım. Merak ve öğrenme gücü (duyguları) “müdaheleye” hassas. Müdahele “dehayı” daha işin başında öldürmek demektir. Bu anlayış beni çözüm üretemeyen, başkalarının kurtarıcılığına muhtaç hale getiriyor.
Talim terbiyemiz “alim, arif, hakim” insanlar yetiştiriyordu. Maarif bilgiye irfan katıyordu. Maariften “irfan” alındı. Böylece eğitim, milletin tarih ve inanç şuuru ile yollarını ayırdı. Ortaya maarifsiz eğitim çıktı. O da “eğip bükme” ve istenen şekile sokma sürecinden ibaret kaldı.
Tüm bunları niçin anlattık? Bu noktaya nasıl gelindi sorusuna cevap bulmak için. Bir analiz yapacağız bu çalışmamızda. ”Bilgi yüklemeye” dayalı sürecin eğitim değil “eritim” olduğunu anlatacağız. Eğitimin hem anatomisini çıkaracağız hem de sonuçları analize tabi tutacağız.
Hazır mıyız?
Senden Yana ve Bana Karşı
Geçmişe şöyle bir baktığımızda dünya yüzünde sosyal kesimler arasında en fazla çatışma bulunan toplumlardan birisi olduğumuz hükmüne varabiliriz. “Senden yana ve bana karşı” türü mukabil cephelere kolayca ayrılabiliyoruz. Partilerimizdeki muhalefet anlayışı, alternatif çözüm üretme üzerine değil, iktidarların her ak dediğine kara demek olan “çürütmeci” yaklaşımdan ibaret kalmaktadır. Tüm bunlar çok açık bir şekilde okullarda eğitimin yaygın bir şekilde “şartlanmaya dayalı” öğrenme yöntemini esas haline getirmiş olmasıyla açıklanabilir.
Bu yazımızda kutuplanmanın ve mukabil cephelere bölünmenin asıl kaynağına iniyoruz. “Şartlanmaya dayalı eğitimi” analize tabi tutuyoruz. Bu analiz, zihinsel körlüğün becerisizliğin/mesleksizliğin ve üretememe hastalığının, dolayısıyla dışa bağımlılığın kaynağına da gösterecektir.
Ülkemizde bütün iyi teşebbüsleri baltalayıp duran “asıl tehlikeyi” hepimiz merak ediyoruz değil mi? Bu arada eğitim adına yapılan tüm “reform ve iyileştirme” çabalarının niçin sonuç vermediğine de dikkat çekeceğiz. Bu açıklamalarımızla ülkemizde zihinsel açılıma dair reçete kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Öğrenmede İnsan - Hayvan Farkı
Hemen şunu belirtelim ki; mümkün olduğunca davranışlarımızın şuurunda olmazsak, yani öğrenme süreci sorgulamaya dayanmıyorsa, taklit ve tekrar esas halini almışsa öğrendiklerimizi “şartlanma” yoluyla elde etmeye başlarız.
Önemli olan öğrendiğimiz şeyleri sorgulayabilmektir. Hayattaki her etkinlikte, önemli, can alıcı soruları sorabiliyor musun? Televizyon izler gibi ders işlemekten niçin verim alamıyorsun? Çünkü; bir konuyu araştırmaya başlarsın, yenilikler bulmaya çabalarsın, bunu yaparken eksikliklerini öğrenirsin. Gerçek öğrenme budur.
Öğrenme diğer canlılarda da hayatlarını sürdürme konusunda Allah’ın onlara ihsan ettiği yetenek. Her canlı türüne öğrenme konusunda harikulade yetenekler verilmiş. Ancak hayvanların öğrenmeleri “şuura” dayanmaz. Tekrar, ceza, ödül gibi metotlarla hayvanlar öğreticilerin arzuladıkları davranışları göstermeye başlarlar. Biz buna şartlanmaya dayalı öğrenme diyoruz.
Hayvanlarla insanlar arasında öğrenme konusunda bir ortak payda varsa bu tepkisel öğrenmedir. Hayvanlarda zihni öğrenme yok. Hayvanlar öğretilen şeylerin birbiriyle anlamlı ilişkileri üzerinde düşünebilme, anlamlı ilişkilerden bir sonuca varabilme ve bütünü kavrayabilme ve düşünme yeteneğine sahip değiller. Çünkü sadece hayvan beyni değil daha geniş bir çerçevede insan beyni şartlanmaya açıktır.
Öğrenme süreçleri sebep-sonuç ilişkileri sorgulanmadan, hatta fark edilmeden kurulmuşsa tepkisel öğrenmenin içinde kalmışız demektir. Halbuki İnsanı robottan ve hayvandan ayıran en önemli özellik yaptıklarının anlam ve hikmetini bilmesidir.
Şartlanmaya dayalı eğitim kişiye tek ve mutlak “doğru-iyi-güzel”lerin sadece kendisininkiler olduğuna ve bunun mümkün olduğunca yayılmasının şart olduğuna inandırmaktadır. Yığınların bu kafa yapısı devam ettiği sürece (mevcut eğitim anlayışını değiştirmedikçe) ülkemiz insanının rahat yüzü bulması zordur. Bölünmeler, kırılmalar ülkemizin en hassas noktası olmaya devam edecektir.
Ülkemizde şimdiye kadar kurulan tuzaklar ve oyunlar çeşitli toplum kesimlerini karşı karşıya getirmeye yönelik oldu. Peki neden insanımız bu oyuna kolayca gelebilmektedir? Neden toplumumuz hiç de layık olmadığı halde ön yargılı, tabularla hareket edenler haline dönüştü?
İnsanları “Hayvanlar gibi” Eğitmek
Şimdi hep birlikte ülkemizin en hayati eğitim problemi ve gerçeği ile yüzleşiyoruz.
İsterseniz önce esası şartlanmaya dayalı olan teste dayalı (sınav odaklı) eğitimle gelen olumsuzlukları (eğitimin istenmeyen yan ürünlerini) kısaca ele alalım.
İnsanımız özellikle teste dayalı öğrenme sürecinde cevabı belli sorulara odaklandığından cevapları belli olmayan gerçek hayat problemlerinde zorlanmaktadır. Dolayısıyla “problem çözme kabiliyeti” düşüklüğü içinde kalmaktadır.
Mesela eğitim alanında kaynak-gerçek problemin görülemeyişi bunlardan birisidir. Bilimle kalkınmaya geçemeyişimiz de bunlardan bir diğeridir.
Gerçek problemleri ve resmin bütünü gören bir zihin yapısı oluşmayınca insanımız, “doğru kural koyma” ve “uygulama becerisi” yetmezliği içinde kalmaktadır. Konulan kuralların yozlaşmasını, toplumun neredeyse tamamında kurallara uymama alışkanlığını başka nasıl açıklayabiliriz?
Sonuç olarak kişiler, oluşan bilgi tabanlarının üzerine alttakilerle bağlantılı yeni bilgiler inşa edememekte sonuçta, sadece “şeylerin adını bilen” ama bunları uygulayamayan beceriksiz tiplerin ortaya çıkmaktadır.
Ferdîleşmeye önem vermeyen ve güven telkin etmeyen bu uygulamanın vahim bir sonucu da şu olmaktadır: Yanlışlıklar ve haksızlıklar karşısında sessiz, suskun ve haklarını savunamayan ve dolayısıyla sürekli ezilen ve aldatılan bir toplum yapısı ortaya çıkmaktadır.
İnsanların kendisinin değil, başkalarının kurallarının yönettiği bir toplum haline gelmesi ve çoğulcu değil, çoğunlukçu demokrasinin hâkimiyet kurmasını da bu açıdan ele alabiliriz. Bilginin kullanılması ve üretilmesine değil, cevabı belli sorular ve tek doğrular üzerine kurulu bu şartlanmaya dayalı öğretme düzeni; insanları idaresi kolay, inisiyatif kullanmaktan ve muhakeme etmekten mahrum, itaatkar bireyler haline getirmektedir.
Şaşırdınız değil mi? Vay anasını be dediğinizi duyar gibi oluyorum. Nasıl oluyor da okullarımız en zararlı eğitim metodunu okullar baş tacı haline getirmiş?
Peki bizi bize döğdüren ve gençliğimizi zihinsel soykırıma tabi tutan bu “kahpe” yöntemi okullarda ve eğitim kurumlarında baş tacı etmemizi kimler nasıl sağlıyor?
Biz bu yazımızda bu soruya cevap aramıyoruz. Şeytan kendine tabi olanlara önce kendini inkar ettirirmiş. Önce “Şeytana” tabi olduğumuzu ve ona uyduğumuzu bir farkedelim. Sonrası kolay.
Eğitimi Fullbright Anlaşmasının yönlendirdiği hep yazılıp çizilmektedir. Şunu iyi biliyoruz ki modern çağın köleleleştirilmesi zihinlerden başlıyor ve şartlanmaya dayalı eğitimi aracı olarak kullanıyor. Bu kadar açıklama şimdilik yeterli sanırım.
Şartlanmaya Dayalı (Tepkisel) Öğrenmenin Bilimsel Temeli
Örneğin ayı yavrusu alttan kızdırılan bir saç üzerine zorla çıkarılıyor ve her an havada inmeyi bekleyen, gerektiğinde de inen kırbaç darbeleriyle bulunduğu yerden ayrılması önleniyor. Sacın sıcaklığı hayvanın pençelerini yakar, hayvan da arka ayakları üzerinde dikilerek kıpırdanabileceği daracık alanda daha serin bir yer bulmaya çabalar, bu çabası da kendisini seyredenler üzerinde bir oyun izlenimi uyandırır. Sonunda ayının sac levhadan inmesine izin verilir, çabasını ödüllendirmek için de kendisine nefis bir yiyecek sunulur. Bu egzersizler yeteri kadar tekrarlanır, derken iş o duruma vardırılır ki, hayvan terbiyecisi daha kırbacı havaya kaldırıp nefis yiyeceği gösterir göstermez ayı oynamaya başlar. Bundan böyle kızgın saca gerek kalmaz. Şartlı refleks yoluyla hayvan o düzeye getirilir ki, kendisini işkenceyle yetiştirmiş terbiyecisinin belli bir işaretini alır almaz oynamaya başlar. Böylece, yavru ayı oyun oynayan ayıya dönüştürülür ve seyircilerin karşısına çıkarılıp onları eğlendirmeye hazır duruma getirilir.
Eğitimin en ilkel biçimi, hayvan eğitimi uygulamalı psikoloji ve şartlanmadan başka bir şey değildir. İnsan zihnî fonksiyonlarının henüz gelişmediği bebeklik döneminde daha ziyade şartlanmaya dayalı (reflekse dayalı) öğrenme ile gelişmeye başlar. Çocuk dünyaya geldiğinde temel ihtiyaçlarını (emme, tutma) ihtiyari olarak değil, refleksif olarak yerine getiriyor. Sonra insiyaki hareketler, daha sonra otomatik hale gelmiş itiyatlar (alışkanlıklar) sonra telkinli hareketler ve nihayet iradi şuurlu hareketler…
Tüm bu hareket (davranış) çeşitleri bir çekirdeğin etrafına sarılır gibi, reflekse dayalı hareketlerin etrafına çocuk büyüdükçe sarılıyor. Tüm bunların hedefi, insanın hareketlerini iradi ve şuurlu bir noktaya taşımak olmalıdır. Şuurlu çabalar veya deneyimlerle edindiğimiz bilgi ve becerileri şartlanmayla pekiştiririz
Kendisinden isteneni yapması durumunda bir ödül, bir haz sağlanması; itaatsizlik durumunda ise cezalandırılması, yani bir elemle karşısına çıkılması sonucu çocuğun kendisinden beklenen eğitsel ve ahlaksal davranışları gerçekleştireceği çok önceleri biliniyor ve uygulanıyordu. Aradığı hazza kavuşmak ya da karşısına çıkarılabilecek cezanın eleminden kaçmak isteyen çocuk, eğitsel buyurulara uyuyor ve pek çok kez talim ettikten sonra kendisinden beklenen davranışları otomatik olarak gerçekleştirmeye başlıyordu.
Okullar “Şartlanma Merkezi” mi?
İnsanımızın nasıl “şartlandırıldığına” daha yakından bakalım. Bir takım gerçekler ve “şey”lerin adı öğretiliyor; sonra da kendi geliştirdiğimiz testlerle, yüklenilen bilginin ne kadarını aldıklarını değerlendirilip ölçüyoruz. Okullarımızda, özellikle hazırlık kurslarında eğitim adına yapılanlar, adeta düşünmeden ve zahiri bir kaç emareye göre reaksiyon gösterme melekesi kazandırmaktan başka bir şey değildir. Bu yetiştirilme tarzını tahlil ettiğimizde şartlı refleks stratejisinin ağırlık kazandığını görmek zor olmasa gerek. Tekerlemeler yoluyla hatırlayarak belleme, anahtar sözcüklerin bellenip onların çağrışımlarıyla bütünün bellenmesi, benzerlerin bellenmesi yoluyla bütünün bellenmesi gibi belleme türlerinin hepsi, beynin şartlandırmaya açıklığından yararlanılmaktadır.
Öğrenci bazen zorlanarak, bazen motive edilerek öğrenmek istenilenleri hafızasına depolamaya yönlendirilir. Tekerlemeler yoluyla hatırlayarak belleme, anahtar sözcüklerin bellenip onların çağrışımlarıyla bütünün bellenmesi, benzerlerin bellenmesi (örneğin fen derslerinde sıkça başvurulan örnek problem çözümü) yoluyla bütünün bellenmesi gibi belleme türlerinin hepsi, aslında beynin şartlanmaya açıklığından yararlanır.
Her ne kadar öğrencilerdeki genel inanç, sosyal bilimlerin ezbere çok yatkın olduğu yönünde olsa da tekrara dayalı öğrenmenin de en yoğun olduğu alan fen bilimleri ve uygulamalı bilimlerdir. Orada aynı kategoriye ait problemler defalarca çözülerek artık o gruptan başka bir şey önümüze çıkma ihtimali kalmayıncaya kadar tekrarlatılır. Ortaya aslında bir nevi zihinsel travma- zihne kazınma olayı- yani şartlandırma çıkmaktadır. Bir eğitimcinin şu itirafını hatırlayalım: “Bir problemin öğretmen tarafından çözülmesi ve benzerlerinin öğrenciler tarafından çözülmesi, problem çözme değil, ezberin ta kendisidir. Bu yolla yüzbinlerce problem çözseniz de kazancınız problem çözme becerisinin geliştirilmesi değil; müfredatta bulunan problemlerin çözüm yollarının ezberlenmesi ve bu ezberin pekiştirilmesidir”
Eğitim diye yaptıklarımızı bu şekilde özetleyebiliriz. Her ne öğretiliyor ise birer “mutlak doğru” olarak öğretiliyor, çocuk ve gençlerimiz, doğruların tek ve sadece kendilerine belletilenlerden ibaret olduğu yolunda bir “şartlandırılmaya” tabi tutuluyor. İlgilendiği şeyleri sorgulayan ve sorgusunu o şeyin özüne ermeden sonlandırmayan “çocuk aklı”nın merakı şu veya bu nedenlerle engelleniyor sürekli. Dolayısıyla çocuğun dehası daha işin başında öldürülerek, şartlanmaya zemin hazır edilmektedir.
Sorgulamasız ve Muhakemesiz Eğitim
Sınavlar ve işlenen dersler boyunca, öğretilenler eksiksiz geri istenir. Öğrenci ne kadar aktarılanı geri verirse o kadar becerikli ve başarılıdır. Yani başarı kriteri bu olur. Öğrenci bu durumda “ne söyleniyorsa onu yap, icat çıkarma!” ve “Sorma, düşünme, itaat et!” gibi anlayışları benimsemeye başlar. Söylediklerimiz değil, davranışlarımızın daha etkili olduğunu düşünürsek, örneğin sınavlarda uygulanan gözetim sisteminin oluşturduğu “kalıcı etkiye” bakarsak, öğrenciler “güvenilmez” oldukları yolunda şartlandırılmaktadır. Hatta tek tip giyim, boy sırası ve hep bir ağızdan şarkı ve marş söyleme gibi uygulamalarla tek tipçi anlayış beslenmekte ve farklılığın kötü olduğu telkin edilmektedir. Bu telkinlerin ne kadar etkili ve kalıcı olduğunu tepkisel davranışlarımız ve oluşan tabular göstermektedir.
Şartlanma yolu ile öğrendiklerimizi sorgulamamız mümkün değildir. Zihnimiz şekillenmiş daha doğrusu formatlanmıştır. Sonuçta mevcut bilgilerimizin yanlışlığına veya değişmesi gerektiğine inanmak güç, hatta imkansız hale gelmektedir. Kısacası mümkün olduğunca davranışlarımızın şuurunda olmazsak, yani öğrenme süreci ezbere, taklide, tekrara dayanıyorsa öğrendiklerimizi “şartlanma yoluyla” elde etmeye başlamışız demektir.
“Klasik şartlı öğrenme” yönteminde, önce uyaran vardır ve organizma ona tepki gösterir. Önce tepki yapılır ve sonra tepkinin doğurduğu uyarıcı gelir. Sebep-sonuç ilişkileri sorgulanmadan, hatta fark edilmeden kurulmuşsa o zaman kaçınılmaz bir şekilde şartlı öğrenmenin içindeyiz demektir. Çünkü Pavlov’a göre şartlı öğrenme, düşüncelerin ilişkilendirilmesine değil, uyaranların ilişkilendirilmesine dayanır. Eğer bilgi, tutum ve davranışlar düşünce ile ilişkilendirilmeden, nedeni bilinmeden ve sorgulanmadan öğrenilmişse ortaya tepkisel öğrenme çıkar.
Merkezi Sınavlar ve Okulları “Şartlanma Merkezi” Haline Getiriyor
Bir kere daha vurgulayalım ki ülkemizde eğitimi “anlama ve kavrama” sürecinden çıkarıp (ya da düşük seviyede tutarak) tekrarı/ezberi esas haline getirmekle “şartlı öğrenme” metodunu ikame etmiş olmaktayız.
Şartlandırma; en ilkel öğrenme biçimi! Hayvanlara bir davranış kazandırmada kullanılan metot!. Peki nasıl olmuş da hayvanlara davranış kazandırma yöntemi ülkemizde temel öğrenme metodu haline gelmiş ve eğitimde baş köşeye oturmuş bulunuyor?
“Bilgili insan” yetiştirmek ve sınavlara hazırlanmak eğitimde hedef haline gelince bilginin kullanılması ve üretilmesi önemsenmeyince, yeni alternatif bakış açıları talep edilmeyince “tek doğru budur” mantığı ister istemez hakim hale gelmektedir. “Doğruları/bilgileri öğretme” üzerine bina edilen eğitim yapısı insanımızın gözüne birer at gözlüğü takmaktadır.
Bir kere daha dikkatleri bu noktaya çekelim ki, çocuklara öğretilenler, sorgulanmaya, düzeltilmeye ve derinleştirilmeye açık birer “bilgi” olarak değil de adeta iman edilmesi gereken ilâhî hakikatler olarak sunulmaktadır. Bilginin bu şekilde tekrarlanması ve önemsenmesi onu kutsallaştırmaktadır. Konunun bir başka boyutu ise bilginin öne çıkarılması, beceri ve uygulama boyutunun ihmal edilmesi ile öğrenci okulunu bitirdiği halde gerçek hayatı ve mesleğini öğrenememesidir.
Dogmatizmin ve Becerisizliğin Kaynağı
Gençlerimizi sınırlı kavramlara ait değer yargılarının kurbanı haline gelmesi, hayatı ve olayları at gözlüğü ile (neredeyse açısız) seyretmeye başlaması tüm bunların açık birer göstergesi. İnsanımıza alıştırıldığından ve öğretildiğinden farklı bir söz veya düşünceyi söyleyince kişiliklerine saldırılmışçasına şiddetli ve otomatik tepkiler vermelerini neye bağlayabiliriz? Kutuplanma olgusu insanımızın en zayıf yanının teşkil etmektedir ve bu durum tamamen alınan eğitimin bir sonucu olarak teşekkül etmektedir. İnsanımızın zihin alt yapısı bu olunca medyayı eline geçiren güçler, medya yoluyla sürekli kutuplanma ve ihtilaf duyguları kışkırtılmaktadır.
Muhakemeye/araştırmaya/uygulamaya dayanma öğretme etkinlikleri aslında “zihinsel yok olma”dır.. Bu kadar çok olumsuzluğu bir kalemde üretebilen bir başka “temel bela” olmadığını anlatmaya çalışıyoruz. Beceriye değil sınavları geçmeye dayalı belletmenin temel özelliği dayatmacı niteliğe sahip zorbalık eğilimleri yüksek fert yetiştirmesidir. Kuşku duymadan, sorgulama yapmadan okuduğu her metne, söylenen her söze, ileri sürülen her düşünceye inanması istenen öğrencinin hür düşünmeyi ve düşünce üretmeyi öğrenmesi mümkün olamamaktadır
Bu yapının doğal sonucu başka düşünce ve hayat tarzlarına hayat hakkı tanımak istemeyen zorba fert tipleri ortaya çıkacaktır. Birbirine tahammülsüz kutuplaşmış toplum grupları böyle bir eğitim yapısının ürünüdür. Bu ortamda “uzlaşmaz” ve ”tek doğrulu” fanatikler her kesimde egemen hale geliyor.
Eğitim dünyamız neredeyse, makinelerle değerlendiren cevabı belli soruları test denilen mekanik bilgilerin yüklenmesinden ibaret hale geldiğini görüyoruz. Bu süreç, öğrencinin problem çözme ve teknolojiyi kullanma becerisine bir şey katmadığı belli. Soru şu: Yetkililerde de aydınlarda bu marazi yapıya karşı niçin ses yok?
Bu sessizlik ve çözümsüzlük eğitimdeki yanılgılarımızın ve uyutulmamızın hangi boyuta ulaştığını göstermesi bakımından ilgi çekici ve üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir konu. Çünkü sonu “dir”, “dır” ile biten, hazır bilgilerin sunulduğu ve sınav denilen faaliyetlerle yüklenilen bilgilerin geri istenildiği bu uygulama, eğitim ve gelişme adına öğrenciye bir şey kazandırmamaktadır. Bu gerçeği farketmedikçe de eğitimde bir adım ileri gitmemiz mümkün olmayacaktır.
Bu uygulama şekli öğrencilerimizde “Ne söyleniyorsa onu yap, icat çıkarma...! ve “sorma, düşünme, itaat et!” gibi anlayışları benimsemesine yol açıyor.Teste ve bilgileri ezberlemeye dayalı eğitimler, nesillerin üretme ve oluşturma kabiliyetlerini yok ettiğini, onları lider değil, tabi hale getirdiğini artık görmeliyiz.
Fıtrata “Saygısızlığa” Son Verelim.
İnsanı robottan ve hayvandan ayıran en önemli bir özelliği, yaptıklarının anlam ve hikmetini bilmesidir. Eğer bildiğimiz her şeyin mümkün olduğunca şuuruna varamıyorsak, yani “açıklayabiliyor” değilsek şartlanmanın tuzağına düşmüşüz demektir. Bu yüzden her öğrendiğimizi; neyi, niçin öğrendiğimizi, hayattaki karşılığını, ne işe yaradığını ve hikmetini öğrenmek zorundayız.
Hulasa çocuklara, doğal öğrenme eğilimlerine (örneğin oyun) aykırı ve baskıcı, aşırı zorlamaya dayalı yöntemlerle, ardışık tekrarlatmalar yoluyla belleğe nakşetmek şeklindeki eğitim, onların zihnini “köleleştirmeden” ve kişiliksizleştirmekten öte bir işe yaramamaktadır. Elbette ki insan kendisine kalsa ne yapacağını ya da ne yapmak istemediğini bilir. İnsan kendi varoluşunu oluşturan iradeye sahiptir çünkü. Yaratan, insanı diğerlerinden farklı olarak ona seçme özgürlüğü vermiş ve onu öğrenme programı ile teçhiz etmiştir. Doğru ve yararlı seçimler yapmak bizim elimizde. Eğitimde kazanmamız gerekenler, hayatımızda asıl önemli olanları görebilmek, empoze edilenleri anlayabilmek için farkındalık düzeyimizi artırmaktır.
Eğitimde asıl bir amaç insanda özgürlük duygularını kuvvetlendirmek ve dehanın önündeki “müdaheleleri kaldırmak olmalıdır. Halbuki şartlandırma ortamı “devamlı müdahele” anlamı taşır.
Programlanmış bir şekilde hareket eden Allah’ın yarattığı bir çok varlığı bulunmaktadır. İnsan nev’i varlığını, temel cevherini hürriyet özelliğine borçludur. O yüzden hürriyete ve tercih hakkına saygı, insan nev’inin varlığına saygıdır. Şartlanmaya dayalı eğitim, hürriyeti ve kişiliği yok edip insanı robotlaştırma gayretleridir ve insanlık cevherine saldırıdır; fıtrata saygısızlıktır.
Bir Kampanyaya Var mısınız?
Diyorum ki, başta aydınlar ve yazarlar olarak bir kampanya yapalım. Konuyu medyada (sosyal medya dahil) öncelikli mesele haline getirelim. Kampanyada en büyük “düşman” olarak malumatı ve sınavla “şartlanmaya dayalı eğitimi” görelim. Ülkenin bir an evvel merkezi sınav belasından kurtulmasını gündeme taşıyalım. Sorgulamadan, konuyu anlamadan-kavramadan eğitimin (bilgi odaklı eğitim) aslında “zihinsel yok olma” olduğunu da vurgulayalım. Bu kadar çok olumsuzluğu bir kalemde üretebilen bir başka “temel bela” olmadığını anlatmaya ve anlamaya çalışalım.