Cemiyetken toplum derekesine düştük tepetaklak… Zaruret şalına dolayıp gözlerimizi bağladılar. Yitirmenin içinde, yitirmemiş taklidi yaparak inceden inceye gömüldük sığlıklara… Bu kadar aşındırılışın acı bir neticesi olarak vefasızlık işledi iliklerimize kadar… Vefasız bir toplumuz biz…
    Şehirlerimize bir nazar edin… Vefanın mezar taşı hüviyetinde dikilmiş bloklar haykıracak… Kapalı devre yaşanan hayatlarımızın birbirine hiç değmediği bir devir… İnsanlığımızı laftan ibaret bırakan bir vefasızlık, her gün aynada gözümüze çarpmıyorsa… Vefadan öte vicdan yoksulu da olduğumuzu söylesek eksik mi kalır? Beton beton yükselen bir yalnızlığın kucağında vefa ne gezer? Ecdadın şehir perspektifini, yoz bir akılla kent bataklığına sürüklemiş olmamız… Azar azar kendimizden sıyrılışımızdan değilse nedir?
    Kendimizden sıyrıldık da… Bunu bir koyunun derisinin yüzülmesi gibi de tahayyül edebiliriz. Aldığımız her bıçak darbesinde gıkımız çıkmadan teslim olduk bu yabancılaştırılışa… En fazlasından ya sitemkâr makamlarda bir inledik… Kabullenişlerimize mazeretler üretmekteki hünerimiz ise dillere destan… Omurgasızlaştığımız için de vefasızız biz… -izmler metoduyla tez-antitez-sentez derken ortaya karışık bir şey oluverdik… Ne dostluk kaldı. Ne aile bağları… Ne de erdem yüklü tarz-ı hareket… Özüne hürmeti yitirmenin –de hali değil mi vefasızlık? Hâlbuki yalın, olduğu gibi, fıtratının gereğini icra eden bir gönül medeniyetinin vefakâr insanları değil miydik?  Önce akıl sonra gönül vurdu karaya… İntihar eden balina sürüleri gibiyiz… 
    Ecdadımızın gönül yüceliklerini birazcık idrak eden kişinin göz pınarları buharlaşıp gözyaşına dönüşmez mi? Her şeyi Allah’ın rızasını merkeze alıp düşünen ve işleyen o dedelerin torunları biz miyiz gerçekten? Harala gürele kaynaşıp giden bir maceranın ortasına nasıl düştük? Bazen düşünüyorum… Bir zaman makinası olsa… Üç dört asır evvelinden ecdadımızın bir kısmını getirip mevcut manzarayı göstersek… Bunlar sizin torunlarınız desek… Ne hissederlerdi acaba? Sanırım çoğu sekte-i kalpten dünya değiştirirdi. Aslına bu kadar uzaklaşmaktaki becerimiz(?) ancak vefasızlıkla mümkün olabilir!
    Vefasızız!
    Eşe, dosta, kendimize, millete…
    Vefasızız!
Yaradan’a, Peygambere, Kitaba, ümmete…
    Vefasızız!
    Öze, söze, köze…
Vefasızız!
Düne, bugüne, yarına…
Vefasızız!
Yozlaşmaktan şikâyet etmeye hakkımız yok! Vefa terk edilince edep ve adap bacadan çıkıp gidermiş… Helal ve haram terazisinin bile denge çubuğu vefadan yapılmış… Muhabbetin, sevdanın, dostluğun oluk oluk akması için vefa derelerinin taşması gerekirken, için için kurumuş… 
Kıymet bilmemezlik de vefasızlığın çocuğu… Şükürsüzlük de! Selamsız sabahsız geçip gidişler keza… Kompartımanlara bölüştürülerek ilk çatlağı alan cemiyet dağı… Vefasızlığı içine sindirebildiği için un ufak edilmekte olan bir toplum yığını… Biz bu vefasızlıkla… Birey olup… Birer birer tükeneceğiz! 
Vefanın İstanbul’da bir semt isminden daha fazla olduğunu ne zaman hatırlayacağız?
Gelin önce vefanın kendisine vefa gösterelim… Üç günlük yalan dünyanın gereksiz gerekliliklerine, olması gerektiğinden daha fazla alan bırakmayalım hayatımızda… Kul olduğumuzu unutmamıza sebep olan ne varsa, vefa süpürgesiyle savurup atalım ömrümüzden! Huzursuzlukların zapt ettiği hayatımızı vefa köprülerinden sefa yaylalarına geçirelim… Varlığımızın kibirle değil tevazuu ile yükseleceğini, vefa rahlesine diz kırıp okumazsak… Korkarım bu hadsiz gidiş… Vefasızlık eliyle canımıza okuyacak!