Kuduz ölür ama daladığı da ölür demişler. Dünyada oluşan dehşet dengesini anlamak adına bu sözü tefekkür etmek kâfi olsa gerek…

Dünya siyasetini yönettiği ve/veya yönlendirdiğini varsaydığımız ülkeler -“şirketokrasinin” alt yüklenicileri mi desek?- senelerce menfaat birlikteliği yaparak ne kadar mazlum coğrafya varsa, iliğini kemiğini sömürürken… Yine… Paça kazık birbirlerine dalacak vaziyete geldiler. Bâtılın silahşörleri kem niyetlerini hayata geçirmek adına her türlü melanete soyunuyor… Gün be gün bu gidişi –gösterilmesinde mahsur görülmediği kadarıyla- seyrediyoruz.  Seyretmekten ötesini yapamayan dünya ahalisinin kahir ekseriyetine ne demeli? Bu işte bir tuhaflık var… Neyse… Yine bir atasözünün yardımıyla yürüyelim: Yanlış hesap Bağdat’tan döner!

Metanın, insanlık karşısında ezici bir yükseliş sergilemesi hayra alamet değil… On altıncı asırda başlayıp bugüne kadar gelen, pozitivist, akılcı, sömürgen ve tabi ki bilimsel heyula… Konfor sunmak adına yoldan çıkardığı kalabalıkların önünde duramayacağını hissettiğinden beri… Makyaj yaparak perdelediği bet yüzünü, kanlı tırnaklarını, ölümcül boynuzlarını ve can alıcı dişlerini pervasızca savurmaktan geri durmuyor. Ekonomik, sosyal, siyasi ve psikolojik saldırganlıklarının arkasında bir çuvallama halet-i ruhiyesi var sanki… Ne beklenir ki? Atalar boşuna dememiş! Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste…

Hem şaşıracak bir durumda yok… Sömürge bayraktarlığı yapanların mirasçıları en az dedeleri kadar vahşileşebilirler. Afrika’yı tarumar edenler… Kuzey ve Güney Amerika’yı kıyım kıyım kıyanlar… Uzak doğu –kime göre neye göre uzak?- ülkelerini bir lokmada yutanlar… Bunca ah karışmış lokmayla hercümerç olmuş nesillerden hayır çıkmazdı haliyle… 

İşte bugün o gün… Dedelerinin yarım bıraktığı işleri tamamlamak adına ifsadın ve vahşetin bayraktarlığına soyunuyorlar. Fakat her hamlelerini süslü püslü kavramlar ve gerekçelerle perdelemek noktasında zaafları gittikçe büyüyor. Ki; bu kanlı ve yalancı duvar sıva tutmuyor… Tanıyoruz artık hepsini… İçten içe kabaran bir farkındalık, tedirginlik veriyor bu kem niyetli ehram sahiplerine… Sobelendiklerini hissettikçe daha da karıştırıp her şeyi… Hokkabazlık eseri dikkat dağıtıcılığından medet umuyorlar. Sanal-manal… Kurdukları bütün tezgâhlar birer birer çökecek… Sonu belli bir hikâyede nedamet getireceklerine… Köpükler saçan ağızlarıyla hırlıyorlar. Mananın maddeyi her hal ve şartta yeneceğini bilmelerine rağmen… 

Roger Bacon “Bilgi güçtür” dediğinde başlamış bir kuşatmanın, zeval eşiğini atladığı bir zamanı solumaktayız. Bilgi güçse, güç de bilgidir önermesini bulmakta güçlük çekmeyen ve son üç asırdır bu anlayışı büyücü çubuğu gibi kullanan batı(l)… Organize bir ifsad hareketi olarak her şeyi kolayca özünden koparma, koparamıyorsa sulandırma/bulandırma… Bu iki yolla kendine benzetme ve/veya buharlaştırıp yok etme hamlesinden hiç vazgeçmiyor. Onu da yapamıyorsa şeytani bir refleksle şeytanlaştırma sürecini başlatıyor. Dozunu giderek arttırdığı bu yok farz etme ve mutlak kötülük etiketlemesini, savaşa doğru sürüklenen bir yol ile taçlandırıyor. Sözün özü üç asırdır hep aynı hikâye… Hayır… Hayır! İnsan yaratıldığından beri olup giden bir devran…

Kavramlarımızı terk ettiğimiz ya da koparıldığımız günden beri sendeliyor olmamız… Söz söyleyemez hale gelişimiz… Sözü söyleyenin güç… Gücü olanın söz söylediği bir mecrayı pervasızlaştırmıyor mu? Bize dayatılan kavramlarla çoraklaştırılmış bakış açımız ne kadar da dar! Aleyhimizde olanların sözleriyle, gözleriyle, fikirleriyle bir direnç mümkün mü? İçinde yüzülen sorunlara, sorunları inşa edenlerin lügatiyle izahat getirmek ne kadar gülünç… Sadece biz değil bütün dünya insanları bu kapana kıstırılmış değil mi? Hayatımıza zerk edilen her kavram deli gömleği gibi elimizi kolumuzu… Daha da önemlisi fikrimizi bağlamış… Hâlbuki özümüzü tekrar hatırlayabilsek… Hatırlayıp da bizi kuşatan tezatlara bir son verebilsek… Bu kem düğümü kesip atabileceğiz. Ama gönüllü felç edilmiş uzuvlarımız var bizim… Unuttuklarımız… Unutturulanlarımız… Hatırlamak istemediklerimiz… Var… 

Ümidimiz de var… 

Kırılır bu çarklar elbet…

Ümidimiz var derken iddiamızı yine bir atasözüyle tahkim edelim:

Asıl azmaz, bal kokmaz! Kokarsa yağ kokar, aslı ayrandır!