İbn Hazm der ki: “Bütün insanların güzel buldukları ve peşine düştükleri ortak gayenin ne olduğunu araştırdım ve bunun tek bir şeyden ibaret olduğunu gördüm: Kaygı ve korkudan uzak olmak!”

Kaygı ve korkunun yönetildiği bir dünyada yaşıyoruz. Meseleye İbn Hazm’ın gözleriyle baktığımızda her fert yürüyen birer kaygı ve korku… Her topluluk ise kaygı ve korkunun biriktirildiği birer baraj gölü… 

Şöyle sakin kafayla düşünüp tarttığımızda… İbn Hazm’ın yıllar önce ulaştığı tespit, bugünlerde içinden çıkılmaz gibi görünen her şeyi izah edebilecek evsafta değil mi? 

İnsan niçin kaygı ve korku sahibidir? Can, mal, nesil, rızık, hürriyet ve din… Fıtrat gereği endişe rüzgârlarına bu ve buna benzer saiklerle kapılmaz mıyız? Misafiri olduğumuz şu fani dünyayı araç olmaktan öteye taşıyıp… Amaç haline getirmeye kalktığımızda… İşte o noktada bizi kaygı ve korkularımız yönetmeye başlamaz mı? Ya da kaygı ve korkular eliyle ipimizi birilerine vermek bedbahtlığına düşmez miyiz? 

Resûlullah (s.a.v.) Efendimizin şu hadis-i şeriflerini yeniden hatırlamak ve düşünmek zorundayız: “Yemek yiyenlerin sofralarına birbirlerini çağırdıkları gibi, çeşitli ümmetlerin sizin aleyhinize birleşmeleri yaklaşmaktadır. Ashabtan biri “Ey Allah’ın Resûlü! O gün (sayıca) az olacağımızdan mı (aleyhimizde birleşecekler)? diye sordu. Resûlullah (s.a.v) “Hayır, bilâkis o gün (sayıca) çok olacaksınız. Fakat selin üzerindeki köpük ve çerçöp gibi olacaksınız. Allah, düşmanınızın kalbinden size karşı duyduğu mehâbeti (korkuyu) çekip alacak ve kalbinize vehn (zafiyet) atacak (bu sebeple düşmanınız sizden çekinmeyecek ve korkmayacak)tır” buyurdu. Ashabtan biri “Ey Allah’ın Resûlü! vehn nedir?” diye sordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber “dünya sevgisi ve ölüm korkusu” diye cevap verdi.” 
Kaygı ve korku bataklığına sürüklenişimiz, Peygamber Efendimizin ikaz ettiği hususlara dalıp gidişimizle başlıyor. Hiç terk etmeyecekmiş gibi dünyalı bakış açısı karartmış menzilimizi… Bizi biz yapan temel değerlerin laftan ibaret kalmaya devam ettiği bir gidiş… Başkalaşmaktan yakamızı alıp da bir kendimiz olamıyoruz! Ne kadar acı… Kapitalizm… Liberalizm… Ve daha bilmem ne –izm! İliklerimize kadar işlemiş… İtiraf edelim… Duruma göre vaziyet almada pek mahiriz… Bahaneler ve kılıflar bulmaktaki hünerimizi… Bir anlığına dosdoğru olabilmek için harekete geçiremiyoruz. Öz eleştiri yapmak da işimize gelmiyor. Çünkü kendimizi kandıramayacağımızı biliyoruz. Bu sebepten yokmuş gibi yaparak savrulup duruyoruz.

Kaygı ve korku… Yaradan’ı unutmayan gönülde yer bulabilir mi? Gelgelelim iman krizinin çığ gibi, sessizce, kitleleri önüne katıp götürdüğü bir demde… Bulabiliyor işte!

Nefeslerin ve lokmaların sayılı olduğu bir hayat bizim ki… Takdir edilenden ne eksik ne fazla… Unuttuğumuz bizi, asırlar evvelinden haykıran Yunus Emremizin ağzıyla söylersek, “Ana rahminden geldik pazara… Bir kefen aldık, döndük mezara…” Peki, bunca kaygı… Bunca korku… Ve her ikisinin eseri yaşanan perişanlık niye? 

Dünyada sömürgenlik hüviyet değiştirerek, her şeyle birlikte modernleşti(?)

Toplumları menfaatperest olarak formatlamak adına her enstürmanı kullandı. El netice: Her şeyi umarsızca tüketen kalabalıklar! Tükettiklerine bağımlı kalabalıklar… Araçlara teslim olup amaçlarını elbise çıkarırcasına soyunan kalabalıklar… 

Korkuyoruz da korkuyoruz!

Açta açıkta kalmaktan korkuyoruz. Hâlbuki Allah (c.c.) yarattıklarının rızkına kefil olduğunu söylüyor. Tahsil hayatında başaramamaktan korkuyoruz. Yine Allah (c.c.) ilmi çalışana vereceğini bildiriyor. Sahip olduklarımızı yitirmekten korkuyoruz. Allah (c.c) bize verdiklerinin bir emanet ve imtihan çerçevesinde verildiğini ihtar ediyor. Hastalıktan, mevki kaybetmekten… Ölümden… Ve daha neler neler… O kadar lüzumsuz şeyden korkuyoruz da bir Allah’tan korkmuyoruz. 

Modern(?) hayat esir etmiş bizi… Daha… Daha… Daha… Deyip dururken her şeyini kaybedenler kervanı uzayıp durmuyor mu? 

Herhangi bir mevzu da bir uygunsuzluk ya da şüphe sebebiyle bir dakika diyecek olsanız… Klişe ve kibir yüklü bir cevapla yüzleşmiyor muyuz? O işler bildiğin gibi değil! Halimizin özeti bir söz… O işler bildiğin gibi değil! Korku ve kaygılara teslim olanlar… Bunun tabii sonucu olarak yok farz ettiklerini hatırlatıcı mevzular karşılarına gelecek oldu mu? Hemen “O iş bildiğin gibi değil!” kalkanını kaldırıveriyorlar. Belki de hepimiz benzer kolaycılığa tevessül ediveriyoruz.

Korkularımız ve kaygılarımız… Bileklerimizde görünmeyen zincir… Ayaklarımızda görünmeyen pranga… Gönül kulağıyla duymaya cesaret edebilsek… Şakırtılarını duyacağımız zincirler… 

Dünyevileşmekten başımızı alamadıkça dertlerimiz bitmeyecek kesin… Ne demişler: Derdi dünya olanın, dünya kadar derdi olur. Dertleri zevk edinmişseniz ne söylenebilir ki? Bu dünyada dert kim olduğunu unutmakla başlıyor.

Sahi… Bu kadar lakırdı arasında ıskaladık… Biz kimiz? Korku ve kaygılarını olması gereken çizgide tutan… Şuur sahipleri mi? Korku ve kaygıların oluşturduğu zafiyetle

her esen rüzgârın önüne katıp savurduğu bedbahtlar mı?
Bir muhasebe şart…

Zira dalından kopan yaprağın akıbetini rüzgâr tayin eder.