Manası kalmadı hiçbir şeyin. Dilimizde eriyip giden kelimelerin de. Tuluat yaparken buluyoruz kendimizi her nedense? Sahtelikleri cilalayıp kabul edilebilir kılan, yapay istilasında her zerremiz. Beterin beteri dedikleri mi soluduğumuz? Sahi, soluklanabilme imkânı kaldı mı bunca hız ve haz arasında?

Gübre yığınına batmış ayaklarına aldırmadan, mağrur bir şekilde öten horozdan farkımız var mı? Sorgusuz sualsiz bir paçozluk tutmuş yakamızı, bırakmıyor. Bitişik nizam şehirlerin, değirmen taşına öykündüğü bir vaka kuşkusuz! Öğütülürken öğünmek, hem de üç öğün. Sokak aralarında yitip giden bu hikaye pek de umurunda değil göğün. Öznesiz çağın ağzında sakız gibi çiğnenip giden nesneleriz. Rakamların etiketlediği, rakımların paketlediği; daha da acısı suskunluğun teker teker demetlediği günlerin yanığıyız. Küsmenin kifayetsizliği ise düpedüz muamma!

Renkler donuk, tuval engebeli, fırça yorgun, paletse güdümlü... İçli bir şarkı söylemek imkansız bu zoraki kofluk mevsiminde! Gözyaşıyla tutuşturulmuş bir kandil sanki yürek dediğin. Forsa olmaya kâfi henüz söylemediğin. Tezatın keskin bıçak misali yüzdüğü bir öfke, geçsin diye oturup kalmışız yolların çatallaştığı yerde. Sormalı tam burada, yâr yâren nerde? İnerken usulca gözlerimize o son perde!

Nikotin avuntusu öksürük, mevzuyu değiştirmeye davrana dursun... Israrlı ve ısırgan bir dürtüyle itiraz eden rüzgara ne demeli? Böğürtlen çalısı gibi ruhumuzu saran bir kimsesizlik, anlaşılmazlık, görülmezlik... Bir hikmeti var mutlaka diyerek teselliye sığınsak da! Yok! Olmuyor! Çeşme sürgüne gitmiş... Kara bakır dolmuyor!

Büyümenin küçülttüğü bir dünya bizimki! Çocukluk arzusu ile sarmalanmış takvimler huysuz nicedir. Bu işte bir tağşiş var belli... Saflık aptallıktan ötesi değil gayrı... Meğer ki içinde olduklarımızla halimiz apayrı! Hal dedimse o kadar abartmayın, zira hal de kalmış değil!

Tecrit edilmiş çehreler piksellere pay edilmiş. Edilgen tarafımız hep cepte! Hürmetin saygıya, sevginin kaygıya soyunduğu bir kabinden başka nedir ki mekanlar? Densizleşen denizlerin yüzdürdüğü kıtalar, dürülüp çekmeceye sığar mı acep? Kaç yarın kaldı can heybemizde? Veryansın eden göçmen kuşların rotasız kaldığını saklayan bir sağırlık, taht kurmuş kulaklaklara... Duyumsuz ve doyumsuz, nereden bakarsan bak!

Uçarı ilhamlar, şairini arayadursun... Kırk katırla kırk satır arasına gerilmiş ipte yürüyen cambaza bakmaktan bitap düşmüş kalem! Yoksunluğun emzirdiği bir hiçliğe doğru sürükleniyor her ifade... Çalıntı duyguları pazarlayan bezirgandan yılmış gibi aynalar...

Elif gibi dik başlı, sin misali sinik... Göze sığmayacak kadar kocamanken, hayrete düşürecek seviyede minik! Dünden sonra ile yarın arasına sıkışmış... Tavizin yortusunda, takındığı çiçekler yakışmış! Kaçak dövüşmek ayıp değil edebi çerçevede.

Boşverip geçmek mümkün belki... Belki mümkün takılmamak balık için ağlara! Selam olsun o vakit kalan sağlara...

Bizim Yunus ne güzel söylemiş:

"Bize didar gerek dünya gerekmez

Bize mânâ gerek dâvâ gerekmez"