Millet kavramı, maalesef bakılan açıya göre çekiştirilen bir mefhum, asrı aşan bir zamandır. Bazen kavramın zaman içindeki yolculuğuna bakınca, körlerin fil tarifine benzer bir garabetle karşı karşıya kalmıyor değiliz. Bu noktada çok erken kaybettiğimiz rahmetli Erol Güngör'ü anmadan geçmek olmaz! Özellikle küresel değirmenin öğütücü taşları arasına göz göre göre savrulduğumuz bu demde...

Prof. Dr. Erol Güngör diyor ki: “Bir milletin yaşama gücü, onun kültüründe çok sağlam dayanakların bulunması ile mümkündür. Kültür, bir inançlar, bilgiler, his ve heyecanlar bütünüdür; yani maddî değildir. Bu manevî bütün, uygulama halinde maddi formlara bürünür. Şu halde bir topluluğun ihtiyaçlarını karşılamak üzere benimsemiş bulunduğu hayat tarzı bütün maddi ve manevi unsurlarıyla birlikte onun kültürünü teşkil etmektedir.”

Millet olmak, millet kalmak büyük mesele! Hamasetten, ideolojik marazlardan, siyasi ikbal trampleni olmaktan ve en mühimi de tüketilir nesne derecesine düşürmeden millet olmak ve kalmak! Yıpranışımızın sebep ve sonuçlarının düğümlendiği yer tam da burası...

Bizi bir ve bütün yapan her hususun (maddi ve manevi dayanaklarımızın) durumu, böbreği çalınan adamın hâlinden farksız değil ne yazık ki! Yuttuğumuz her zokada bizi biz yapan bir kıymeti ya kaybediyor ya da yozlaştırarak lüzumsuzluk çukuruna yuvarlıyoruz.

Madem ki kültür, bir inançlar, bilgiler, his ve heyecanlar bütünüdür; başımızdaki gaile, bu umdelerin yerine geçen/geçirilen asılsız inançlar, sahte bilgiler, ithal ikame his ve heyecanlar değilse nedir?

Ahi Evran yurdundan çıkan Erol Güngör'ün manevi bütün diyerek vurguladığı bu hayati nokta... Anlıyoruz ki bugün büsbütün elden kayıp gitmekte. Bizi millet kılan dinamiklere azar azar vurulan her darbede bir nebze daha çözülüyoruz. İletişim araçlarındaki gelişmelerin menfi tesirini öngörememekle kalmayıp, üzerine tüy diken basiretsizlik soslu tedbirsizlik eseri, sadece dünle değil yarınla da irtibat koptu kopacak! Nereden gelip nereye gittiğini bilmez hale getirilmiş, zihni bulanık, dili tarumar, nesil emniyeti tartışmalı, ortak duyguyu geçtim duygusuzluk girdabında ben merkezciliğe kıstırılmış, ahlak ve güven bakımından sendeleyen bir kalabalık, millet ünvanını taşıyabilir mi? Necip Fazıl'ın "Sen bir devsin, yükü ağırdır devin..." diyerek muhatap aldığı cemiyetin cüceleşmesi ne kadar hazin!

Meğer laf salatası ile ömür tüketmişiz! Avunduklarımız ve savunduklarımız, altımızdan kayan zemini fark etmemize mani olmuş demek ki! Biz diye bir özneden bahsedilse de "Hangi biz?" "Biz kimiz?" diye sormak ne kadar acı... Akıl ve gönül tarlamızı istila eden ayrık otlarına mı yanalım amber dikenlerine mi?

Bu sancılı satırlar, batılı çerçevenin (burcu burcu NATO kokan) dayattığı bir milliyetçilik eseri dökülmüyor kalemden... Orkun Yazıtlarında zikredilen, Ahmet Yesevi'nin mayaladığı, Selçuklu ve Osmanlı tecrübesiyle Ahi Evranların Yunus Emrelerin yoğurduğu, bedeli ödenmiş hüzün vakitlerinin doğurduğu bir milletin, bile bile lades kabilinden inkırazına itirazdır kuşkusuz!

Ayakta kimin kalacağının artık yüksek sesle konuşulduğu dünyada, manevi dayanaklarını tahkim etmeyen milletlerin maddi üstünlüklerine rağmen kaybedeceği açıktır. Çelik-çomak oynamaya devam edersek, ihmal ettiklerimiz üzerinden imha ediliriz maazallah! Henüz çok geç olmasa da zora zor ilave edildiği de aşikâr... Yitirdiğimiz hakiki şuuru yeniden ve bizi biz yapan temeller üzerine kuşanmak zorundayız. İmitasyon takıları (kelepçe hükmünde olduklarından) söküp atıp, helalinden devredip gelen, ceddimizden miras bakır bileziğimizi taktığımız gün millet olmanın ahkamını idrak etmiş olacağız. Aksi halde tefrika mevsiminde Yüce Yaradan'ın bize biçtiği çetin imtihanla başbaşa kalacağız.

Peki ne yapacağız? Bu kadar sızlanışın üstüne, İsmet Özel söylesin son sözü:

"Toparlanın gitmiyoruz!"