Üstad Yahya Kemal, “Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul” diyeli altmış yılı geçti. Evet, aziz İstanbul… Sana tepeden bakıyoruz gün be gün… Kibir abidesi gökdelenlerden ancak tepeden bakılır! Her gökdelen, şehr-i kadimin katledilmiş bir semtinin mezar taşı ne yazık ki… Usul usul ölüşünü seyretmek de mi varmış kaderde? Şimdi neyin rüzgârı eser? Minarelerin şehadet için buluştuğu yerde…

    İstanbul’un içinde İstanbul’u kaybettim… Aradım… Bulamadım aylardır. Kim bilir? Belki de ayıp ettim. Ruhu çekilen şehirlerden oluşunu nasıl sığdırayım gönlümün yaralı sokaklarına? Seni senden dilenirken, tarifsiz bir hüzün kuruluvermez mi meftununun dudaklarına? Âh İstanbul… Vuslat içinde firak ateşi sıçramış… Senin aşkınla yükselen konağın saçaklarına…
    İstanbul… Âsitane… Dersaadet… Yedi tepe… Nasıl bir horlanıştır bu? İtilip kakılan bir şehr-i aziz… Bağrındaki kalabalıkların umarsızca tükettiği… Tepe tepe… Yetmez mi? Seni soluyanların kendilerini sana taşınmaz bir yük ettiği… Taşıdığın mananın hakikati fark edilmez değil! Lakin… Hak sahibinden esirgenmemeli hak ettiği… 

    Maziyi haykıran meydanların, camilerin, mezarlıkların… Sesini kısan bir keşmekeş çökmüş semalarına… Mahşer yerini hatırlatmak için fevç fevç kabaran kalabalıklar… Yitirilmişlerden bîhaber… Vakayı adiyeden sayılır olmuş senin nazeninliğine karşı yapılan kabalıklar! Boğazın lacivert suları küskün olan bitene… Ve küskün… Serçeler… Güvercinler… Martılar… İlle de balıklar…

    Gırtlağına sarılmış birer pençe gibi modern(?) mimarinin nahoş yığıntıları! Parsel parsel tükenen bir maziye, veda etme makamında çalan içli bir şarkı hissedilen… Efkârın işgal ettiği ufuklara saplanıp kalmış… Kapkara… Heyula misali bir siluet… Kubbelerin ihtişamına ket vurmak için dikilmiş sanki bunca eziyet… Âh İstanbul… Senin sızlanışlarını derûnunda duymak imiş meğer en kıymetli meziyet!
    Süleymaniye Külliyesinin bir kenarcığına türbesini iliştiren büyük mimarın kemikleri sızlıyordur muhakkak… Hazretin başsız kalan naaşı malum… Mimar Sinan’ın kafatasını alıp kaybedenler… Sanırım… Bu milletin imar zevk ve maksadını da alıp kaybetmiş! Yozlaşmaktaki maharetimizin ne menem bir hal aldığını tespit için… Şehirlerimizin mimarisine bir nazar etmek kâfi…

    Yapıların, duygu dünyasının da bir yansıması olduğu aşikâr… İçimiz ne kadar bulanık ve keşmekeş ise… Şehirlerimiz de o kadar… Ruhunu yitiren bir toplumun medeniyet iddiasının olamayacağının da işaret fişeği şehirleşme mevzuu… İstanbul şehir iken şehirleşmenin bedelini ödemeli miydi? Fethin aziz hatıralarının silinip gitmesi… Elde kalanların bari muhafazası… Çok mu zor idi. Özgün halini ellerimizle darmadağın ettiğimiz İstanbul… Özrümüzü kabul edemeyecek kadar kırgın bize… Hem İstanbul bizi niçin affetsin ki? Biz İstanbul’u hak edecek, hakkını verecek bir hal üzere miyiz?  

    Köşe bucak buruksun İstanbul… Eyüp’te şadırvanların hüzünlü… Ayasofya’da hürriyetin keyfini baltalayan bir keder gibi kıymet bilmezlik… Sultanahmet avlusunda manevi iklimi zora sokan bir dünyevilik… Divanyolu boyunca Beyazıt’a kadar oryantalist bir zorbalık kuşatmış kaldırımları… Süleymaniye eteklerinde özünden kopuşların şerefine tüten nargileler… 

Âh İstanbul… Farkında bile değil sende yaşayanlar senin ıstırabının… Üstad Necip Fazıl demişti ya:

“Tarihin gözleri var, surlarda delik delik;
Servi, endamlı servi, ahirete perdelik...
Bulutta şaha kalkmış Fatih'ten kalma kır at;
Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat...
Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;
Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare? ..
Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;
Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet...

O manayı bul da bul!
İlle İstanbul'da bul!
İstanbul,
İstanbul...”

Biz manayı kaybettik İstanbul… Bulmayı dert edinemedik hakkıyla… Bulunur mu İstanbul? Bulunur mu?
Anladım… Önce siz kendinizi bir bulun diyorsun… Haklısın İstanbul… Biz kendimizi kaybettik! Hükümsüzdür…