Ne kadar çok para konuşan bir millet olduk son kırk yılda… Hayır! Hayır… Son yıllarda yaşadığımız ekonomik sıkıntılar ve benzeri sorunlardan hareketle yazmıyorum bu satırları… Kapitalizm iliklerimize kadar işlemiş… Hal ve gidişat bu acı ifadeye savuruyor dili… Tüketici kavramının, ekonomik bir göndermeden çok öteye geçtiği zamanlar eliyle yoğurulmuş bir toplumuz nicedir. Yediden yetmişe tüketiciyiz! Eskiden yaşamak için yerken artık yemek için yaşıyoruz. Sürekli almaya programlanmış “Homo economicus” oldurulduk ince ince… 

Epeyce bir zamandır günlük konuşmalarımızın ana konusu, para, mal, mülk vesaire… Yatırım yapmak adına herkes finans uzmanı edasıyla konuşacak kadar yetkin artık… Tasarruf etmek fikri yerini, nihayetinde ucu hırs ve tamaha uzanan “nalıncı keseri” misali kendine yontan bir halet-i ruhiyeye bıraktı… Meşhur ifadeyle, fiyat unsuru değer unsurunu taca attı. Kapitalist düşüncenin temel mantığı her şeyin fiyatlanabilmesi… İtiraf edelim… Artık her şeye bir fiyat biçer olduk! Madde kuşatırken her hücremizi, manayı elbise çıkarır gibi çıkarıp asmışız duvara… 

Bazı okurlarımın şöyle dediğini duyar gibi oluyorum: “İyi hoş diyorsun da… Maddiyat olmadan mananın tek başına ne anlamı olacak? Maneviyat için de maddiyat şart… Bu dünyayı gözetmeden ahireti nasıl gözetelim?” Haklılık payları var mutlaka… Lakin meseleye artık araç ve amaç ayrımı yaparak bakmadığımızı ısrarla vurgulamak zorundayım. Mal-mülk-servet sahibi olmak araç iken amaçlaştı. Öylesine amaçlaştı ki; amaca ulaşmak için her şeyi mübah görecek noktaya kadar varacak bir tipoloji bile ortaya çıkmakta bir beis görmedi. Üstelik böyle bir tip… Toplumdan kabul ve övgü bile alabildi. Akıllı, uyanık, işini bilen, gözü açık adam(?) tabirleriyle kutsandı, taltif edildi. En acısı belki de imrenildi… Toplum hayatında başarı zenginliğe endeksli bir kavram olup çıkıverdi. Hatta o kadar tabii bir hal aldı ki bu durum… Halk dilinde “parasız adam gereksiz adam” tabiriyle darb-ı mesel haline bile gelebildi. 

Eskiden toplum katmanlarının ayıracı kişilerin maddi varlığı değildi. Hani mahalle kültürünü kaybettik diye sızlanırız ya… O özlenen mahallelerde ruhu olan insanlar vardı. Henüz maddi çerçevede sayılacak varlıklar tarafından ruh sömürüsü yaşanmadığı için… Cemiyetin ortak aidiyet ve duygularını, bugün yitirmiş olduğumuz bir değerler manzumesi belirleyici olabiliyordu. Kıymet… Hatır… Diğerkâmlık…  Hakiki manada adamlık… Bunlara paha biçilemezdi. Fiyatı da yoktu! İnsanların gözü de gönlü de toktu! İnsan insanın kurdudur anlayışı dal budak sardıkça bünyemizde… Biz bizden geçer olduk! Deniz suyu karıştı kaynak suyuna… Ve bu sudan içtikçe yandık… Yandıkça içtik… Kanmamayı sıradan bir hal gibi kabul ettik sonra usul usul… Ruhen zayıflarken, cismen obez olduk! Şükür ağacının yapraklarını, dahasını kovalarken fütursuzca yolduk… Nostalji ya da romantizm değil meramım… İç yakan bu hakikat elinden bilseniz nasıl da bîzarım…

Aile üzerinden gelişen bir hassasiyetimiz var ya son yıllarda… Eskiden insanlar aile kurarken insani hasletler üzerinden hareket ederlerdi. Şimdi geliri ne kadar, evi arabası var mı? Sorularının cevaplarına göre şekillenen bir tercih(?) furyası hâkim… Evet, eskiden insanlar yuva kurardı. Şimdi şirket kurar gibi… Davul bile dengi dengine sözü artık bambaşka bir mana taşıyor. Farkında mısınız? Dalgalar boyumuzu aşıyor…

Eskiden bir çift ayakkabı ile o seneyi veya mevsimi geçip giderdik… Hatta bir iki çift ayakkabıyı senelerce giyerdik. Şimdi tıka basa dolu ayakkabılıkları olan hanelerimiz var. Bir ayakkabının ömrü mü? Olsa olsa bir mevsim kadar! Bu kadar çok ayakkabı düşkünlüğümüzün ardında… Dost yüze düşman ayağa bakar sözüyle ilişkili bir durum mu var? Demek çokça düşmanımız olduğu için çokça ayakkabımız var. Ve yine demek ki… Eskiden ne kadar çok dostumuz varmış…

Eskiden çevremizdeki çok az kişinin arabası vardı. O da düldül ya da taka kabilinden… İhtiyaç duyana da komşuluk, ahbaplık, dostluk ve/veya insaniyet adına hizmet verirdi. Çok şükür… Geliştik… Zenginleştik… Varlığımız yoksa da beş sene sonra cebimize girme ihtimali olan parayı kredileştirerek envai çeşit araç sahibi olduk. Şimdi arabalarımızla trafikte birbirimize sinir krizleri geçirtmekle meşgulüz… Kuralları hiçe sayarak birbirimizin hakkına girmeyi “acar şoförlük” olarak niteleyebiliyoruz.  Hatta trafiğin kendine göre şekillenmesi gereken bir şey olduğuna inanmış, umarsız, kullandığı aracın fiyatıyla yarışan kibriyle arz-ı endam eden seçkin(?) bir kitlemiz bile var! Burada kitle kavramını bir topluluk ve/veya grup olarak değil de… Bir onkoloğun, teşhisini paylaşırken kullandığı kitle terimi gibi okumak çok mu insafsızca?

Eskiden sofralarımız birbirine çok benzerdi. Mükellef tabir ettiğimiz sofralar bugün alıştığımız çeşitliliğe bakınca ne kadar da mütevazı kalıyor. Tüketici bir topluma dönüştürüldük derken… Fert başına gıda tüketimimiz de tüketici refleksiyle şekillenir oldu. O kadar çok yiyoruz ki… Yediklerimizi yakıp eritmek… Aldığımız kilolardan kurtulabilmek için… Atmadığımız takla kalmıyor. Yemek mevzuu bir ihtiyaçtan öteye bir zevk ve sanat meselesi haline geldi. Acaba kaçımız evinde sofrasına oturduğunda, bize nasip olan nimetlere erişemeyenleri düşünerek, bunun gereğini ifa edecek bir fikre yelken açıyor? Sahi… Bereket nereye, niçin gitti? Neden köşe bucak bizden kaçıyor?

Misaller uzar gider… Uzadıkça canımız sıkılır… Geç bunları der tüketici olarak devşirilmiş tarafımız… Hepimiz, menfaat borsasında işlem gören, Paran Kadar Konuş A.Ş.’nin hissedarlarıyız. Kimimiz küçük kimimiz büyük hisse sahibi… 

Bu yazı da ne kadar lüzumsuz oldu değil mi? 

Haklısınız…

Sözün hükmü kaç para?