Medeniyetler çatışmasının yaşandığı bu yüzyılda İslam dünyası olarak aynı zamanda bir medeniyet krizi yaşadığımızı da söyleyebiliriz. Kültürel değerlerimiz açısından da sorunlar yaşamakta olduğumuzu ifade edebiliriz. Toplumsal olaylara ve sorunlara çözüm üretebildikleri oranda medeniyetler ayakta kalabilmektedirler.  İslam düşünce tarihinde büyük bilim adamları (bilim insanı değil) çıkmasına rağmen kalıcı ve köklü bilimsel kurumlar oluşmadığı için bilimsel düşünce geleneğinin oluşmasında sorunlar ortaya çıkmıştır.

Osmanlı Devleti, Batı karşısında ilk defa yenilgi ve toprak kaybına uğramaya başlayınca, aynı  zamanda Batı Medeniyeti karşısında gerileme sürecimiz de başlamıştır.  Bundan dolayı devletin varlığını korumak için Batılılaşmanın gereğine inanılmış ve askeri kurumların Batı örneğine göre düzenlenmesine girişilmiştir. Bu bakımdan Osmanlı modernleşme (Batılılaşma) sürecinin özünde askeri tedbir sorunu  yatmaktadır.  Mustafa Reşit Paşa orta elçi göreviyle gittiği Fransa’da ilk günden itibaren Mısır meselesinin çözümü ve Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu durumu düzeltebilmek için çareler aramış ve çözüm olarak Tanzimat Fermanı’nın ilan edilmesi gerektiğine inanmıştır.  Batılılaşma “süreci”, Cumhuriyet’in ilanından sonra toplumun topyekun Batılılaştırılmasını amaçlayan “programa” dönüşmüştür. Batılılaş(tır)ma adı altında ‘çevre’nin değerlerine yönelik her müdahale, kültürel zeminde hissedilen kimlik krizini tetiklemiştir. Batılılaşma serüveni kendi kültürel değerlerine yabancılaşma sorununu ortaya çıkarmıştır. Osmanlı Devleti  nasıl ki sadece askeri çözümlerle yetindiği oranda yaşadığı toplumsal sorunların yarattığı çöküşü durduramadı ise Türkiye Cumhuriyeti de 15 Temmuz sonrası yaşadığı beka sorununu sadece askeri tedbirlerle çözümleyemeyecektir. Aslında sorun özünde insan eğitme ve yetiştirme sorunudur. Fetö denilen tehlike gücünü ve kaynağını eğitim kurumlarından almıştır. Kendi çıkarlarına uygun Makurtlaşmış (Altın) nesilleri kırk yıl içinde başarılı bir şekilde yetiştirmiştir. Milli Eğitim Bakanlığı,  Türkiye Cumhuriyeti’nin bekasına katkı sunacak sağlıklı nesilleri  aynı oranda başarılı bir şekilde yetiştirebilmekte midir? Osmanlı Devleti'nde nasıl ki toplumsal sorunlarının çözümünü Batı’da aradığı oranda kültürel yozlaşma ve yabancılaşma artmışsa yeni dönemde Türkiye Cumhuriyeti de toplumsal sorunlarına Batı’dan tercüme ve uyarlama toplumsal cinsiyet eşitliği çalışmaları, İstanbul sözleşmesi ile çareler aradıkça toplumsal sarsıntılar artmaktadır.  Osmanlı Devleti’nin çöküşünde nasıl Batılılaşmış bir nesil ortaya çıkmışsa bu durumda da biseksüel ve deist bir nesil kültürel bir yozlaşma olarak ortaya çıkmaktadır. Kadına şiddet sorununu İstanbul sözleşmesi ile çözelim derken “aile elden gidiyor” mu? Milli Eğitim Bakanlığı sağlıklı nesillerin yetişmesine ön ayak olmadığı oranda aile kurumu süreç içerinde sarsılmaktadır. Aile’nin çöküşünün en büyük belirtisini her yıl haziran ayında onur haftası kutlamalarına katılan eşcinsellerin artışından anlayabiliriz. Eşcinsellik bir aile hastalığıdır. “Aile elden gittiği” oranda toplumda eşcinselleşme oranı da artmaktadır.

"Geçmişte eşcinselliğin tedavisi üzerine ciddi olarak eğilinmediği gibi, günümüzde de gerekli önem gösterilmemekte, eşcinseller kendi suçları olmayan cinsel kimlik bozukluklarıyla baş başa bırakılmaktadırlar"

İslam bilim tarihinde;

“Razi’nin konuyla ilgili yazılarından anlaşıldığına göre, eşcinselliğin diğer biçimi bazen “aktif erkek eşcinselliği” olarak tanımlanmakta olup (aslında erkeklerin içine girmeyi tercih eden erkekler için kullanılır) tıbbi bir sorun olarak görülmüyordu. Er-Razi’nin terminolojisinde anlatılan sorun, aynı cinsel ilişkiye girme olmayıp duyarlı bölgeler ve yaşamsal güçle ilgiliydi; aynı cinsle cinsel ilişkiyi görmezden gelmişti.

Er-Razi’nin dünyasında “eşcinsellik” bir sapıklık veya günah olmayıp tamamen biyolojik bir kusurdu. Psikolojik veya kültürel olmaktan çok genetikti. Bu tür bir çıkmaz içindeki insanların iyileşebilmesi için mümkün olduğu kadar tedavi edilmesi gerekliydi. Yine de, Rosenthal’in belirttiği gibi, er-Razi’nin risalesine “gizli hastalık” başlığını seçmesi bu tür eşcinsel davranışın Abbasiler döneminde ayıp sayılıp öfkeyle karşılandığını gösterir. Eşcinsellik için tavsiye ettiği tedavi şekli Galenosçu salgısal etki kavramına uygun biçimde penisin ısıtılması ve anüsün soğutulmasıydı. Daha ayrıntılı anlatmak gerekirse, penis ve hayaların olduğu bölge merhem sürülerek ısıtılıyor, cinsel eş olarak eğitilen köleler ve cariyeler tarafından yıkanıyordu. Aynı anda hastanın arka kısmı ve anüsü ıslak bezler yerleştirilerek soğutuluyor, gül suyu ve sirkeyle lavman yapılıyor ve “aktif” ilişkiye girmesi teşvik ediliyordu.

Aralarında İbni Sina ve İbni Hubal’in de olduğu pek çok yazar er-Razi’nin görüşlerine karşı çıkmıştı. Eşcinselliğe duçar olan bazı kişilerin fiziksel açıdan diğer erkeklere göre daha iyi durumda olduğunu belirtiyorlardı. Dolayısıyla bunların hastalığı genetik olmayıp zayıf erkek menisi sonucu da oluşmamıştı. Eşcinselliğin kültürel veya hayal gücüyle kışkırtılan bir hastalık olduğu sonucuna vardılar. Bunlar, erdemli olmayan yollara ve kadınsı davranışlara sapmış kişilerdi. Tıbbi bakım altına alınmak yerine günahkar davranışlar nedeniyle cezalandırılmaları ve saptıkları yolun yanlış olduğunu görmeleri gerekirdi.  Burada da genel olarak eşcinsellik değil, “pasif” ilişki üzerinde durulmaktaydı. İki yaklaşımın ortak noktasına göre pasiflik kötü bir şeydi ve ister genetik ister psikolojik nedenlerle olsun defedilmesi gerekliydi.

Bir iki yüzyıl sonra bile, hangi yaklaşımın doğru olduğunu belirleme konusunda tıbbi metinlerin pek fazla bir katkısı olmamıştı. Aslında Osmanlı öncesi ve Osmanlı dönemindeki metinlerin hemen hiçbiri bu sorunla uğraşmamıştır. 16. Ve 17. yüzyıldaki tıbbi risaleler aynı cinsle ilişkiyi tartışmaktan kaçınmasa da pasif eşcinsellik bu tartışmalar da yer almadı. Bunun için iki çelişik açıklama yapabiliriz. Birincisine göre bu konu utanç verici olduğundan hekimler hiç uğraşmamayı tercih ediyordu. Daha akla yatkın gelen diğer açıklamaya göre ise dönemin hekimleri sorunu çözmekte güçlük çekiyordu. “Pasif” erkek ilişkisi belki zayıflık olarak görülse de tedavi veya ceza gerektiren bir hastalık olarak kabul edilmiyordu.  Sessiz kalınmasından dolayı fikir yürütmek zor olmakla birlikte, rüya yorumu ve erotik edebiyat gibi diğer söylemler göz önüne alındığında, erken Osmanlı döneminde “pasif” erkek ilişkisine karşı kayıtsız kalındığı anlaşılmaktadır. Bu durum, bazı insanların tercihiydi, normal davranış yelpazesinin  bir parçasıydı ve hiçbir zaman sapıklık olarak görülmemeliydi.” (Müslüman Osmanlı Toplumunda Arzu ve Aşk, Dror Ze’evi)

Yukarıdaki bilgiler ışığında değerlendirdiğimizde İslam Medeniyeti’nin büyüklüğü eşcinsellik soruna bile çözüm üretmeye çalışmasından anlaşılmaktadır. İslam Medeniyeti ile Batı Medeniyetini kendi aralarında birbirini sürekli kıskanan kardeşler olarak değerlendirebiliriz. Bu kardeş kıskançlığı kıyamete değin sürecektir. İslam Medeniyeti, kendi kültürel kimlik krizlerinin çözümünü Batı’da aramak yerine kendi çözümlerini geçmişinden damıtarak geleceği yeniden anlamlandırdığında çağa yeniden hükmedecektir. Milli Eğitim Bakanlığı ve Aile Bakanlığı toplumsal cinsiyet eşitliği çalışmalarıyla, Adalet Bakanlığı da İstanbul sözleşmesi ile ailenin çöküşünü arttırmaktadırlar. Ailenin elden gittiğini ise toplumda eşcinsel bireylerin artışından anlayabiliriz. Bu tespitimize katılmayanlar her yıl haziran ayının sonlarına doğru Taksim’de kutlanan onur haftasına katılanların arasına katıldıklarında ne demek istediğimizi daha iyi anlayacaklardır.  Eşcinsellik bir aile hastalığıdır. Aile çöktüğünde bununla doğru orantılı olarak eşcinsel sayısı da artmaktadır. Son dönemde sık konuşulan konulardan birisi de dindar nesil yerine  biseksüel ve deist bir neslin İmam Hatip liselerinden bile artışta olduğudur.

Ergenlik döneminin karmaşaları içinde eşcinsel kimliği ile yüzleşmek zorunda kalan eşcinsel bireyler bir bilinmezin içinde kalmaktadır. Genelde anne babalarından gizli saklı bir hayatın içinde bir yanda istek ve arzu bir yanda da utanç duyguları içinde bocalamaktadırlar. Anne babaların çocuklarının böyle bir bunalımın içinde olduklarına dair bilinçleri ve haberleri olmadığı takdirde eşcinsel olmak kaçınılmaz sondur. Çocukluk ve ergenlik döneminde eşcinsel olmanın belirtileri aslında ortadır. Uslu çocuk, terbiyeli çocuk, kavga ve küfür etmeyen çocuk, sokağa çıkmayan çocuk, futbol oynamayan ve sevmeyen çocuk, erkeklerle oynamayan genelde kızlarla arkadaş olan erkek çocuk; lezbiyenlerde ise kızlarla oynamak yerine genelde erkeklerle oynayan kız çocuklar ileriye yönelik belirtiler göstermektedir.

Aktif eşcinseller, eşcinsel hayatlarında psikolojik süreç içerisinde eninde sonunda kaçınılmaz ve doğal olarak pasif eşcinsel olurlar. Eşcinseller terapi sürecine girerlerse pasif eşcinseller, iyileşme sürecinde aktifleşirler ve daha sonra kadınlara da duygusal ve erotik ilgi duyarak biseksüelleşirler. Aktif eşcinseller iyileşme sürecinde fantezi düzeyinde pasifleşirler daha sonra kadınlara da duygusal ve erotik ilgi duyarak biseksüelleşirler. Aktif-pasif olarak kendini tanımlayan eşcinseller ise iyileşme sürecinde aseksüelleşirler daha sonra kadınlara da duygusal ve erotik ilgi duyarak biseksüelleşirler.

Eşcinsel hayatta psikolojik olarak her aktif eninde sonunda pasifleşir. Aktif olarak kalmak diye bir şey söz konusu olamaz. Aktif eşcinsel, pasif birine bağımlılık düzeyinde (sözde) aşık olduğunda kaçınılmaz olarak pasifleşir. Özetle eşcinsel hayatta mutlu son yoktur.

Eşcinsel Terapi, eşcinsel bireylerin süreç içerisinde heteroseksüel kimliğin yeniden kazanılması ile sonlanmış olur. İyileşmiş eşcinseller ilerde bir kadınla evlilik yaptıklarında iyi bir eş ve mükemmel bir baba olarak hayatlarını sürdürmektedirler. Eşcinsellik bir aile hastalığıdır. Sosyolojik ve psikolojik açıdan yıpranmış ailelerde eşcinsel çocuk bu ailenin patolojik yapısına direnmektedir aslında. İyileşmiş eşcinseller, heteroseksüel hayatlarında baba olduklarında babalarının soyunu değil kendi soylarının temellerini atmaktadırlar. Bu da toplumun daha sağlıklı nesiller yetiştirmesi açısından bir dönüşüm yaratmaktadır. Eşcinseller aradıkları gerçek aşkı eşcinsel hayatta değil iyileştikleri takdirde heteroseksüel hayatlarında bulmaktadırlar. Devletimizin kurum ve kuruluşları ile eşcinsellerin ameliyatla kadın, lezbiyenlerin ise erkek olmalarına onay ve destek vermek yerine iyileşmelerine yönelik çalışmalara ağırlık vereceğini umarız.