Eskiden... Önemli olduğu ve hatırda kalması arzulanan zaman, kişi ve olaylar için fotoğraf çektirilirdi. Siyah beyaz başlayıp sonra renklenen bu tarihe not düşme fiili... Her hâl ve şartta binlerce fotoğraf çekebilme imkanıyla tükendi gitti. Tabiri caizse ayağa düştü. Çokluk ve kolaylık tüketici vasfını, hatır müessesesini piksellerine kadar parçalayarak göstermiş oldu. Artık hatıra dediğimiz özge vakitler içindekilerle birlikte dijital çöplüğün sakini oldular.
Eskiden... Kitap hayatımızın bir köşeciğinde illa ki yer bulurdu. Az okunsa da girmediği ev yoktu. Herkesin meşrebince, okumadan büyümediği kitaplar vardı. Mütevazi basılmışlarından tutun da birinci sınıf kuşe kağıda hem de ciltli eserler, ruh ve gönül dünyamıza bir şekilde tesir ederdi. Hatta üç nesil okunabilen kitaplar söz konusu olabiliyordu. Eş dost arkadaşlar arasında değiş tokuş yapılarak okunan kitaplar... Kitaba erişimin kısıtlılığını aşmada kütüphaneler mühim bir vazife görürdü. Sonra kitaplar bollaştı. Sahip olma imkânı ve kabiliyeti genişledi. Arz eğrisi yükselirken talep eğrisi aksi istikamette seyre başladı. Yeni basılmış kitap kokusunu dahi tanımayan kuşaklar zuhur ediverdi. Ekran obezliği kitap okuma ve edinme refleksini yerle bir etti. Sanal satırlar, basılmış bir kağıt sayfadaki satırların getirdiklerini bırakın vermeyi... Olanı da aldı. Geçmiş zamanların kitapları geri dönüşüm furyasına kurban olurken... Kapımızı her manada kitapsız bir akıbet çaldı.
Eskiden... Mektuplar yazılır. Bayramda seyranda kartlar yollanırdı. Zarf ve pul bu hikâyenin esas oğlanıydı. Mektubu getiren postacıyı unutmamalı tabi ki... Hepsi birden bir el şıklatacak kadar kısa bir sürede "şak!" diye çıktı hayatımızdan... Bu noktada merakım uyandı. Acaba şimdiki çocuklar "Bak postacı geliyor" şarkısını (eğer hâlâ öğreniyorlarsa...) hangi halet-i ruhiye içerisinde söylüyor? Bir kaç nesil sonra içinde mektup geçen türküleri anlamak için ilave araştırma yapmak gerekecek mi? Tükenmenin sıradanlaştığı zamanımız için lüzumsuzluk olarak mı görülecek?
Eskiden... Eskinin kıymeti yeniye bir çeki düzen verirdi. Zira eski tabir edilen, geçmişle gelecek arasında irtibata memur edilmiş görünmez kolonlardı. Eskisi olmayanın yenisi olmaz denilmesi de bu köklülük sebebiyleydi zahir! Hayatımızdan çıkan herşey önemli ya da önemsiz... Bu hayati bağın varlığı için elzem olan kökleri de cımbızla bir bir ayıklamıyor mu? Nostalji etiketi yapıştırıp tabutuna çivi çakılan kim bilir neler var akla dahi gelmeyen... Belki gelmek için yola düştüler de gelecek aklın yerinde yeller esiyor. Giden şanlı akıncılar gibi... Belli ki ümit kesiyor!
Eskiden... Yeni, bir heyecan vesilesi idi. Şimdi birkaç dakika sonra eskiyen yenilerin lastiksi tadıyla damaklar felç... İki nefes arasında tükenip gidiyor herşey... Tükenmek için sayıca çokluk ve erişimde kolaylık kâfi... Kavramlarımız da öyle değil mi? Her platformda ağızlarda sakız haline gelen mühim kavramlar tükenmedi mi? Atalar boşuna söylememiş: "Çok söyleme arsız olur, aç bırakma hırsız olur." Çokça söylemek tüketici lakin bu söyleyişi tasnif etmek gerek... Hikmet çerçevesinde bir söylem tüketmez... Lakin kelam-ı rüşvet kabilinden hamasetvari söylemler tüketir. Çünkü kavramlar araç derekesine düşürülür. Neyse... Hikmet de eskilerden olduğu için kıymeti yok değil mi? Biz enerjimizi yeni tüketeceğimiz mevzulara saklayalım. Ne de olsa sarf etmek ile tüketmek arasındaki çatlaktan sızan gözyaşı, kağıt mendilin tek kullanımlık müdahalesine çoktan teslim olmuş...