Bin yıl öncesinin yaşanmış ilginç olayları, önemli şahsiyetleri, akıl almaz fikir tartışmaları bugün için bir şey ifade etmeyebilir. Ama bu tarih kesitine günümüz perspektifinden bakmaya çalışırsak, ne kadar enteresan benzerlikler, ilginç tevafuklar ve ibretlik sahneler olduğunu görebiliriz. 

ALUH AMUT (KARTAL YUVASI)

Hazar denizi'nin güney kıyısı boyunca uzanan Elburz Dağlarının üzerinde İran'ın en yüksek doruğu yer alır. 5610 metre yüksekliğiyle muhteşem bir görünüşe sahip Demavend dağı, zirvesi karla kaplı sönmüş bir volkandır. Demavend'den batıya gidildiğinde Kazvin'e 100 km mesafede dağlar arasında kale harabelerine rastlanır. Yüzyıllar öncesinden izler taşıyan bu kale "kartal yuvası" manasına gelen "Aluh Amut" yani Alamut'tur. Alamut kalesinin tarihi ise "Şeyhü'l-cebel" “The Old Man of the Mountain” (Dağın şeyhi) olan Hasan Sabbah'a dayanır.

Alamut, Hasan Sabbah'ın burayı ele geçirdiği 1090 yılından 1256'ya kadar, Selçuklu sultanlarının ve Harizmşah devletinin kuşatmalarına karşı koymuş ve varlığını devam ettirmişti. Ta ki, Moğol Hanı Hülagu'nun gelişine kadar.

İran'ın Kum şehrinde 1054 yılında doğan Hasan'ın babası, Şia'nın ileri gelen şahsiyetlerindendi. Oğlunun eğitimi için, 7 yaşındayken Şiiliğin önemli faaliyet merkezlerinden olan Rey şehrine göçtü. Hasan burada dini ilimler, felsefe, mantık, matematik eğitimi aldı. Hasan Sabbah'ın Selçuklu veziri Nizamülmülk ile ders arkadaşı olduğu rivayetleri, yaş farkından dolayı gerçek dışı görünmektedir. Ancak 1058 yılında Tus'da dünyaya gelen İmam-ı Gazzali ile Hasan Sabbah'ın yolları ilim dünyasında ciddi şekilde kesişmiştir. Kaderin sevkiyle, birinin Müslümanlar arasında yaptığı büyük tahribatı, diğeri ilmi yoldan tamire çalışmış ve Allah'ın izniyle başarılı olmuştur.

BATINİLERE KARŞI MÜCADELE

İslam dünyasındaki en önemli ayrılık hareketi olan Şia fırkası, zaman içinde siyasi ve itikadi bir yapıya bürünerek Müslümanlar arasında çok ciddi taraftar bulmaya başladı. Kuruluş yıllarında askeri destek verdikleri Abbasi Halifeliği'ni kendi fikirlerine çekemeyince, iki yüzyıl sürecek yeraltı faaliyetine başladılar. Batınilik adıyla kurdukları hiyerarşik yapı, bütün İslam dünyasını bir ağ gibi sardı. Dailer vasıtasıyla yaptıkları propaganda faaliyeti, insanları tek tek ikna ederek kendi mezheplerine çekmeyi hedefliyordu.

Siyasi ve askeri bir güç haline gelen Fatımi Hilafeti'nin 980 yılında kurulmasıyla Batıni zihniyeti ve yayılmacılığı artık kurumlaşmaya başladı. Ehli Sünnet olan Kahire halkına Şiiliği kabul ettirmek için ilmi müesseseler kuruldu. Bağdat'taki Beytülhikme adlı akademiye rakip olarak Kahire'de kurulan Darülhikme'de çok ciddi ilmi çalışmalar yapıldı.

Abbasi Halifeliği ve 11. Yüzyıldan itibaren bölgenin en güçlü devleti Selçuklular, Ehli Sünnet görüşüne aykırı bu tehlikeyi önceden görmüş ve çok yönlü tedbir almaya başlamışlardı. Sultan Melikşah'ın bilge veziri Nizamülmülk, askeri ve siyasi tedbirlerin yanı sıra, Ehli Sünnet itikadının yaygınlaşması için Nizamiye Medreselerini kurdu. Bağdat, Nişabur gibi önemli şehirlerdeki bu medreseler, cehaletle mücadele edecek çok sayıda öğrenci yetiştiriyordu.

HASAN SABBAH'IN FEDAİLERİ

Fatımi Halifesi Müstansır Billah ölünce yerine geçecek veliaht konusunda çok ciddi bir kavga başladı. Bazıları büyük oğlu Nizar'ı desteklerken, Vezir Bedr el-Cemali başta olmak üzere bazıları da küçük oğlu Ahmed el-Müsta'li'nin halife olmasını istiyordu. Sonunda Vezir'in istediği oldu ve Müsta'li halife ilan edildi. Hasan Sabbah ise Nizar'ın halifeliğini savunduğu için Kahire'den ve Fatımi Hilafeti'nden koptu.

Yıllarca yaptığı propaganda faaliyetleriyle hem kendine taraftar topladı, hem de dış tehlikelerden korunabileceği güvenli bir yer aradı. Sonunda beş kilometre genişliği olan 50 kilometre uzunluğunda adeta cenneti andıran Rudbar Vadisi'ne ulaştı. Elburz Sıradağları üzerindeki bu vadide tepeler arasında yekpare büyük bir kayalığın üstüne kurulmuş, kartal yuvasına benzeyen Alamut Kalesi, onun tam da aradığı yerdi. 1090 yılında ele geçirdiği "beldetü'l-ikbal" dediği kaleden, 1024'te ölümüne kadar tam 35 yıl boyunca hiç dışarı çıkmadı. Kendi kurduğu hayal dünyasındaki yalancı cennetlerle aldattığı yüzlerce fedai, etrafa korku salmaya başladı.
Benimsemiş olduğu Nizari Batınilik, fikir boyutundan çıkıp korku, tehdit, öldürme hatta terör boyutuna geçmeye başladı. Bu faaliyetlerin temelde amacı güç gösterisi idi ama çok önemli bir maddi getirisi vardı. Çünkü ya tehdit yoluyla makam sahibi tanınmış insanlar korkutulup haraç alınıyordu. Veyahut zengin ve önemli kişilerden büyük paralar alınarak düşman ve hasımları öldürülüyordu. Yani bu fedailer, sadece sıradan katil değil, yerine göre kiralık katil görevini başarıyla yerine getiriyordu.

BATI DİLLERİNDEKİ "ASSASİN" NE DEMEKTİR?

Hasan Sabbah fedailerine haşiş (haşhaş, esrar) kullandırarak onları kendine bağlıyor, vereceği çok tehlikeli gizli suikast görevleri için onları cesaretlendiriyordu. Haşiş kullananlara haşşaş deniyor, kelimenin çoğulu da haşşaşin şeklinde ifade ediliyordu. İşte bu haşşaşin kelimesi batı dillerine "assasin" olarak geçti. Manası da "suikastçı" "gizli katil" demekti.

Fedailer, cesur ve kabiliyetli gençler arasından dikkatle seçiliyor, sapık Batıni fikirleriyle beyinleri yıkanıyor ve suikast silahı olan hançeri ustaca kullanmaları için eğitiliyordu. Daha sonra haşhaş içirilerek uyuşturulan gençler, kaleden vadiye indirilerek yalancı cennetin nimetleriyle tanışıyordu.

Kendisine suikast emri verilen fedai, tekrar bu cennete kavuşacağına inanarak ölümü hiçe sayıp görevini yerine getiriyordu. Eğer hedefini yok etmişse, geriye dönme ve canını kurtarma diye bir şey düşünmüyordu. Hatta bazıları ölümü göze alıp açıkça kimliğini ilan ederek, imamlarının propagandasını yapıyordu. Bu yönüyle fedailer bir "intihar timi" özelliğini taşıyordu.

Ancak bu fedaileri sadece bir katil ve suikastçı olarak görmemek lazım. Çünkü hedef seçilen bazı önemli şahsiyetlerin yakınına sokulabilmek ve güvenlerini kazanmak için profesyonel bir istihbaratçı gibi kimliğini gizleyerek yıllar süren bir hazırlık safhasını geçmeyi başarabiliyordu. Hizmetçi, muhafız, seyis, katip gibi görevlerle kendilerini gizleyen ve zamanı geldiğinde aniden gerçek kimliğine bürünüp öldürücü darbeyi vuran fedailer, bazen de tehdit ve şantaj vasıtası olarak kullanılıyordu. Korku ve tehdit ile hem otoritesinden hem de servetinden faydalanabileceklerine inandıkları makam sahiplerini, öldürmeyip devamlı tehdit ve gözetim altında tutuyorlardı.

Nizamülmülk gibi, kendilerine baş düşman ve çok tehlikeli gördükleri kişileri ise kesin ölüm listesine alıp yok ediyorlardı. Bilge Vezir Nizamülmülk, 1092 yılında Selçuklu Sultanı Melikşah ile birlikte Bağdat'a giderken Nihavend yakınlarında konakladıkları sırada, Ebu Tahir adındaki bir Batıni fedai tarafından öldürüldü. Ondan bir ay sonra ise Melikşah şüpheli bir şekilde aniden vefat etti. Böylece "Dağın Şeyhi" çok önemli iki düşmanından kurtuldu.

DAĞIN ŞEYHİ OĞLUNU VELİAHT YAPMADI

35 sene boyunca Alamut Kalesinden çıkmadan efrafa korku ve dehşet salan "Dağın Şeyhi" Hasan Sabbah, ölmeden önce hiçbir oğlunu veliaht ilan etmedi. Yakın adamlarından Büzürg-Ümid'i yerine vekil tayin ederek 1124 yılında Alamut'ta öldü. Hasan Sabbah'ın ölümünden iki yıl sonra Basra'da doğan Raşidüddin Sinan ise, eğitim gördüğü Alamut Kalesinden sonra Suriye'de görevlendirildi. Burada Kehf ve Misyaf kalelerini kendisine üs olarak seçen "Şeyhü'l-cebel" Raşidüddin Sinan, ele geçirdiği kaleler arasında çok güçlü bir istihbarat ağı kurdu. Fidai adı verilen suikast timleri kurarak bu kişilere lisan, kamuflaj ve istihbarat eğitimi verdi.
Nureddin Zengi'yi ve Selahaddin Eyyubi'yi iki düşman olarak kabul eden Raşidüddin Sinan, Kudüs Krallığı, Templier ve Hospitalier Şövalyeleriyle ittifak kurmaya çalıştı. 1175 ve 1176 yılında Selahaddin Eyyubi'ye karşı giriştiği iki suikast girişiminde başarısız oldu. Bunun üzerine Raşidüddin Sinan'ın bulunduğu Misyaf kalesini kuşatan Selahaddin Eyyubi, bir barış anlaşması imzalayarak daha sonra kuşatmayı kaldırdı.

Selçuklular, Harizmşahlar, Zengiler ve Eyyubiler zamanındaki bütün kuşatma ve askeri harekatlara karşı kendini koruyan ve varlığını devam ettiren İsmaililer, Moğolların istilasında tamamen dağıldılar. İlahi kader, İslam devletlerinin mağlup edemediği bu sapık ve katilleri, bir zalimin eliyle cezalandırdı. Cengiz Han'ın kendisinden daha zalim torunu Hülagu, komutanlarından Ketboğa Noyan'ı Alamut Kalesi üzerine gönderdi. 1256 yılında son Alamut hakimi Rükneddin Hürşah teslim oldu. Hülagu kaleyi yerle bir edip halkını da kılıçtan geçirdi. Rükneddin Hürşah ise Mengü Han'a gönderilirken yolda öldürüldü.

1258 yılında Bağdat'ı ele geçiren, Abbasi hilafetine son veren, halifeyi ve oğullarını öldüren, yüz binlerce insanı katleden, binlerce kitabı Dicle'ye döken zalim Moğollar, bütün Haşhaşi kalelerini ele geçirip, İsmaili varlığına son verdiler.

İMAMI GAZZALİ

Batıni fikriyatına dayanan Nizari İsmaili ekolü, Hasan Sabbah ve sonraki liderler tarafından bir tedhiş örgütüne dönüştürüldü. İki buçuk asırlık zaman diliminde birçok güçlü devlete karşı kendilerini savunup varlıklarını devam ettirdiler. Sonunda bir zalim eliyle darmadağın edildiler.
İslam devletleri ve Müslüman hükümdarlar siyasi ve askeri yolla bu sapık ve saldırgan yapıyla baş edemediler. Başta Vezir Nizamülmülk olmak üzere devlet adamları ve çok önemli şahsiyetler bu suikastlara kurban gitti. 

İslam dünyasında Batınilere karşı en başarılı çalışma fikri planda yapılmış, onların Müslümanlar üzerindeki yayılmacı propagandası en aza indirilmiştir. Bu ciddi faaliyetin merkezinde de İmamı Gazzali vardır. Bilge vezir Nizamülmülk, daha işin başında bu tehlikeyi çok iyi sezip, Batınilere karşı askeri tedbirlerin yetersiz kalacağını tesbit etmişti. Bu yüzden meşhur Nizamiye Medreselerini kurarak Ehli Sünnet görüşünün çok iyi öğrenilmesini ve bu sapık fikirlere sed çekilmesini öngörmüştü. Bu sebeple İmamı Gazzali'yi daha 33 yaşında Bağdat Nizamiye Medresesi müderrisi yapmış ve ondan Batıni fikriyatını çürüten ilmi çalışmalar yapmasını istemişti.

İmamı Gazzali de ilmi kariyerinin ve parlak zekasının mahsulatı olan altı eser vererek bu sapık fikirleri temelinden çürütmüştür. Batınilerin dayandığı bütün argümanları derinlemesine inceleyip hepsine ilmi, mantıki ve dini açıdan yeterli cevap vermiştir. Böylece Batınilik, İslam aleminde yayılma fırsatı bulamamıştır.
Günümüzdeki Batıni fırkası benzeri örgütlere karşı, sadece siyasi ve adli tedbirlerin yetersiz kaldığı malumdur. İleri görüşlü devlet ve siyaset adamlarının, fikri ve ilmi platformda yapılacak çalışmaları teşvik ederek bu sapık yapıların temelden çürütülmesine ön ayak olmaları en isabetli yoldur.