İngiliz filozof ve siyaset adamı John Stuart Mill 1866 yılında parlamentoya sunduğu bir yasa tasarısı ile kadınlara da seçimlerde oy kullanma hakkı verilmesini teklif eder. Mill’in bu teklifi reddedilir. Tasarıya şiddetle muhâlif olanlar arasında İngiltere Kraliçesi Viktorya da vardır. O bile parlamentodaki erkek vekiller gibi düşünmekte ve hemcinslerine yönelik en ufak bir hak tanıma arzusu taşımamaktadır.  

VIII. Henry’nin öldüğü yıl olan 1547’de İngiltere’de kadınların İncil’e el sürme yasağı kaldırılır. Hristiyanlığın zuhûrundan on beş asır ve İngiliz tarihindeki ilk demokratik belge sayılan Magna Carta’nın (1215) ilânından ancak üç yüz otuz iki yıl sonra İngiliz kadını kendi kitâb-ı mukaddesine dokunabilme hakkını elde eder. Bu gerçek göz önüne alındığında, Mill’in teklifine âdeta koro hâlinde karşı çıkılmasını yadırgamamak gerekiyor. Kadın hakları söz konusu olduğunda demokrasinin beşiği olan İngiltere’de bile durum bu merkezdedir. Varın, diğer Avrupa ülkelerini siz düşünün.  

Ülkemizde zaman zaman kadınların siyasî haklarını yeterince kullanamadıkları, parlamentoda yeterli sayıda kadın milletvekili olmadığı ve Türk kadınının diğer sahalarda olduğu gibi bu sahada da geri olduğu ifade edilmiştir. Konu mukayeseli bir bakış açısıyla ele alındığında gerçekte bu kanâatin pek de doğru olmadığı görülecektir. Öncelikle kadınların sadece Türk toplumunda değil, her toplumda öne çıkıp varlık gösterebilmeleri, özellikle de politikada yer edinebilmeleri, eğitim seviyelerinin yükselmesiyle beraber iktisâdî açıdan da güçlenmelerine bağlı bir durumdur. İçtimâî ve iktisâdî şartlar rayına oturduğunda, siyasî hakların kullanılması da kolaylaşmaktadır. Ayrıca aynı durum erkekler için de geçerlidir. Ama birilerinin iddia ettiği gibi bu toplumda eskiden beri sistemli bir kadın düşmanlığı yapıldığı ve kadınların hâkim zihniyet tarafından kasıtlı olarak bir köşeye itilerek geri bırakıldıkları iddiası sadece mesnetsiz bir önyargıdan ibârettir. Bu toplumda tarihin hiçbir döneminde Batı’nın tarihindekine benzer şekilde sistemli bir kadın ayrımcılığı olmadığı gibi, Türk kadını siyasî haklarına kavuşma bahsinde de Batılı hemcinslerinden geri değildir. Hattâ bu konuda birçok Batılı ülkenin önünde olduğu da açıktır. 

Batı’da kadın, diğer bahislerde olduğu gibi siyasî haklarını elde etme hususunda da çok uzun süren bir mücadele sürecinden geçmiştir. XIX. yüzyılın ikinci yarısında John Stuart Mill’in girişimiyle başlayan oy hakkı mücadelesine feministler sahip çıkmış, bu mücadele ancak yarım asır sonra semeresini vermiş, I. Dünya Savaşı’nın bittiği yıl olan 1918’de İngiltere’de yalnızca evli, mülk sahibi ve de otuz yaşın üzerinde olan üniversite mezunu kadınlara bu hak tanınmıştır. Aristokrat İngiliz kafası daha ilk etapta kadının oy verme hakkını birtakım esaslara, özellikle de mülkiyet ve yüksek eğitim gibi statü belirleyicisi olan iki temel şarta bağlamıştı. Gerçi Avrupa’da kadınlara oy verme hakkı tanıyan ilk ülke İngiltere de değildi. Yüzyılın başından itibaren Finlandiya, Norveç gibi bazı ülkeler bu hakkı daha erken tarihlerde kadınlarına tanımıştı. 1928’de ise İngiltere’de bu hak yirmi bir yaşını idrâk eden kadın-erkek herkese tanınmıştır. Dikkate değer olan tarafsa, bu süreçte boykotların, hapislerin, açlık grevlerinin ve zaman zaman da şiddetin egemen olduğu dönemlerin yaşanmış olmasıdır. Batılı kadın demokrasinin kıblesi olan İngiltere’de bile ancak böylesine zorlu bir süreçten geçerek en temel siyasî haklarına kavuşabilmiştir. Bizde bir avuç entelle sonradan görme züppenin dışında hiç kimsenin iltifat göstermediği feminizmin Batı’da neden bu kadar büyük bir gelişme potansiyeline sahip olduğu İngiltere tarihinde yaşanan şu gelişmelerden anlaşılabilir. 

5 Aralık 1934 tarihli anayasa değişikliğiyle Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı verilmiştir. Birçok Avrupa ülkesinde ise kadınların siyasî haklarına kavuşmaları bu tarihten sonradır. Fransa ve Belçika’da 1944’te yapılan yasa değişiklikleriyle kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır. Siyasî hakları uğruna örgütlü mücadeleyi XIX. yüzyılda başlatan ve Fransız Devrimi’nden itibaren de siyasî hayatın içinde olan Fransız kadınları bile oldukça geç bir tarihte, ancak II. Dünya Savaşı’nın yarattığı olağanüstü koşullarda bu hakkı elde edebilmişlerdir. Alman ve İtalyan kadınları ise I. Dünya Savaşı’ndan sonra siyasî haklarına kavuşmalarına rağmen bu haklara uzun süre sahip olamamışlardır. Faşizm ve Nazizm’in hortlamasıyla beraber bu hakların bir kısmı diktatörler tarafından geri alınmış, o yüzden de bu ülkeler kesin olarak ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonra kadınlarına siyasî haklarını verebilmişlerdir. Aynı durum Portekizli kadınların da başına gelmiş, cumhuriyet idâresinde kazandıkları haklarını Salazar’ın diktatörlüğü devrinde kaybetmişlerdir. Portekizli kadınlar bu hakkı bir daha ancak aradan yarım asır geçtikten sonra 1976’da elde edebilmişlerdir. Sahip olduğu özellikleriyle çağdaşlığın simgesi olarak lanse edilen İsviçre dahi bu konuda çok geç kalmış, ancak 7 Şubat 1971’de çıkartılan bir yasayla İsviçreli kadınlar seçme ve seçilme hakkına kavuşmuşlardır. Hattâ bazı kantonlarda bu hakkın yasalaşması 1990’ı bulmuştur. Medeni kanunu aldığımız İsviçre bile bizden ancak otuz yedi yıl sonra kadınlarına bu hakkı tanımıştır. Avrupa medeniyetinin köklerini kendisinde aradığı komşumuz olan Yunanistan’da ise bu hak kadınlara bizden on sekiz yıl sonra 1952 senesinde tanınmıştır. 
Avrupa tarihinde saltanat verâseti yoluyla tahta oturan hanedan mensubu kadın hükümdar ve yöneticileri bir tarafa bırakacak olursak 1979 senesine kadar Avrupa’nın ve hattâ bilumum bütün Batı dünyasının başına birinci dereceden görev yapan bir kadın yönetici gelmemiştir diyebiliriz. Sadece İngiltere’nin değil, bütün Avrupa’nın ilk kadın başbakanı olan Margaret Thatcher bu konuda bir ilke imza atmıştır. Ondan tam on iki yıl sonra ise Fransa ilk kez bir kadın başbakanla tanışmış, Edith Cresson 1991’de göreve başlamıştır. Avrupa tarihinde modernleşmenin öncüsü olan bu iki toplum, modern toplum ve ulus devlet vasfını kazandıktan hayli zaman sonra ancak bir kadın yöneticiye sahip olabilmiştir. 1789’dan 1871’e kadar kesin kararını verememiş bir üslûp içinde cumhuriyet idâresini denemiş, o tarihten itibarense artık kesin kararını vermiş olarak bu tarzı idâreyi benimsemiş olan Fransa devleti kat’î olarak cumhuriyet idâresine geçtikten tam yüz yirmi yıl sonra bir kadın başbakana hükûmeti teslim etmiştir.                  

Almanya’nın ilk kadın başbakanıysa 2005’te koltuğuna oturan Angela Merkel’dir. 1871’de Bismarck öncülüğünde birliğini tamamlayarak ulus-devletini kuran Almanya, bir kadın başbakana ancak bu tarihten tam yüz otuz dört yıl sonra sahip olabilmiştir. Modern ulus-devletini 1923’te kuran Tük toplumu ise cumhuriyetin yetmişinci yılında bir kadını bu göreve getirmiştir. Fransız İhtilali’nden sonra cumhuriyeti tanıyan fakat kesintisiz olarak 1871’den itibaren cumhuriyetle idâre olunan Fransa bile ilk defa 1991’de bir kadın başbakanla tanışmıştır. Edith Cresson’un Fransa'nın ilk kadın başbakanı olarak göreve başlamasından yalnızca iki yıl sonra Türkiye’de Tansu Çiller başbakan olmuştur. Ve bir kadının Türkiye’de başbakan olmasından on iki yıl sonra Almanya’nın ilk kadın başbakanı olan Merkel o koltuğa oturmuştur. 

Batı demokrasisinin lideri olan ABD ise bugüne kadar bir kadın başkana sahip olamamıştır. 1920 senesinde gerçekleşen anayasa değişikliğiyle ABD’li kadınlar siyasî haklarına kavuşmalarına ve o tarihten bugüne değin de aradan bir asrı aşan bir zaman geçmiş olmasına rağmen Amerikalılar hâlâ bir kadın başkan seçememiştir. 2008’deki başkanlık seçimleri öncesinde Demokrat Parti’nin iki başkan adayından birisi zenci bir erkek, diğeri ise beyaz bir kadındır. Sosyal bünye yedi başlı ejderha misâli her an başını kaldırmaya hazır ırkçılık mikrobuyla mâlûl bulunmasına rağmen delegelerin çoğunluğu bir kadının değil de bir zencinin başkan adayı olmasından yana tercihte bulunmuştur. Kısacası Yeni Dünyanın en eski ve devamlı demokrasisi olan Amerikan devlet ve toplumu dahi bugüne kadar bir kadın başkan seçme husûsunda fazla istekli davranmamıştır. 

Türk kadınının parlamentodaki temsil nispeti de her zaman tartışma konusu olmuş ve kadınların bu çatı altında kemiyet açısından da ciddî bir ağırlığa sahip olmaları gerektiği ifade olunmuştur. Bazen konuyla ilgili değerlendirme yapılırken düz mantıkla hareket edilerek nüfusun yarısının kadın olduğu, o itibarla meclisin yarısının da kadınlardan oluşması gerektiği savunulmuştur. Son derece sağlıksız, sığ ve feminen bir bakış açısının eseri olan bu yaklaşım tarzını eleştirmemizin sebebi, asla maskülen bir bakış açısına sahip olmamız değildir. Kadınların erkeklerle gelir seviyesi ve eğitim düzeyi bakımından eşit hâle gelmesi durumunda meclis aritmetiğinin kadınlar lehine değişip böyle bir neticenin doğması zaten kaçınılmazdır. Ayrıca olmalıdır da… 

Kadını iktisâdî ve sosyal açılardan güçlendirmeden mecliste yüksek bir nispetle temsil edilmesini sağlamaya dönük girişimler, realiteyle bağdaşmayan sunî neticeler doğuracaktır. Nitekim geçmişte bunun örnekleri de görülmüştür. Kadınlara siyasî haklarının verilmesinden sonra yapılan ilk genel seçimde meclise on sekiz kadın milletvekili girmiş olup daha sonraki seçimlerde altmış yıl boyunca bu sayıya bir daha ulaşılamamıştır. Bunun sebebi, 1935 seçimleri sonucunda oluşan meclisin, tek parti döneminin şartları gereği devlet başkanının hazırladığı listenin seçmen tarafından onaylanmasından ibâret olmasıdır. O dönemde devlet başkanının takdir ettiği sayıda kadın, milletvekili sıfatıyla mecliste yer almıştır. Daha sonraki yıllarda, bilhassa da demokrasiye geçildikten sonra ekonomik ve sosyal gerçeklerle bağdaşmayan bu durum bir daha tekrarlanamamıştır. 1999’dan sonra yapılan her seçim ise meclisteki kadın milletvekili sayısının artışıyla sonuçlanmıştır. Daha önceki dönemde on üç olan kadın parlamenter sayısı 1999 seçimlerinde yirmi üçe çıkmış, 2002 seçimlerinde bu sayı sadece bir artarak yirmi dört olmuş, 2007 seçimlerinde ise %100 bir artışla kırk sekize ulaşmıştır. 2011 genel seçimlerinde de kadınların toplum hayatında artan ağırlıklarına paralel olarak meclise giren kadın parlamenter sayısı %60 oranında artarak yetmiş sekizi bulmuştur. 2007 ve 2011 seçimleri kadınların meclis aritmetiği içindeki ağırlıklarının arttığı yıllar olup özellikle de 2007 seçimlerinde Cumhuriyet tarihinin rekoru kırılarak kadın milletvekili sayısı bir önceki yasama yılına göre tam iki katına çıkmıştır. İşin dikkate değer olan diğer bir yönü ise kadınların parlamento içindeki ağırlığının artmasıyla Türkiye’de orta tabakanın iktisâdî ve sosyal açıdan güçlenmesinin aynı zaman diliminde gerçekleşmiş olmasıdır. Bence konu bu açıdan da incelenmeye değerdir.   
Tarihe baktığımızda, Batılı kadının siyasî haklara sahip olma ve onları kullanma husûsunda bizden hiç de önde olmadığı görülmektedir. Hattâ bu konuda Türk kadını birçok Batılı ülke kadınının oldukça önündedir. Batılı kadının belki de Türk kadınından üstün olduğu tek husûs, uzun bir siyasî mücadele geçmişine sahip bulunmasıdır. Zîrâ Türk kadını bugün sahip olduğu siyasî haklarını Batılı hemcinsleri gibi uzun soluklu bir mücadelenin içinden geçerek kazanmamıştır. Ona bu haklar hediye edilmiştir. 

Batı’nın tarihinde zorlu mücadeleler neticesinde erişilen olumlu sonuçlara, bizim tarihimizde sadece bir tek gün içinde gerçekleşen hukukî düzenlemelerle ulaşılmıştır. 1856 senesinde nasıl Ahmet Cevdet Paşa’nın bir lâyihasıyla kölelik kaldırılmış ve toplumdan buna yönelik ciddî bir itiraz yükselmemişse, kadınlara seçme ve seçilme hakkı verildiğinde de toplumdan buna “hayır” diyen bir muhâlif ses çıkmamıştır. Irk ve cins ayrımcılığı gibi bir yığın sosyal defosu olan Batı toplumlarının bu husûsiyeti geçmişten gelen sınıflı toplum yapılarının uzantısıdır. Batı dünyasında olduğu şekliyle bir sınıf kavramı olmayan ve bu yüzden de değerler hiyerarşisinin merkezine adalet kavramını yerleştiren Türk cemiyeti, kadın mes’elesinde de yaygın kanâatin aksine kötü bilançoya sahip bir toplum değildir.