Âbidelere hayranlık duyarız da onları inşâ eden rûha yabancıyızdır nedense. Eseri hakkıyla takdir edebilmek içinse, evvelemirde müessiri tanımak gerekir. Nasıl bir harçla temel atıldığını bilmezsek eğer, beka ve oluş sırrına da eremeyiz zîrâ.

Yahya Kemal gibi tefekkür ve san’atıyla zamanlara hükmeden müstesna bir kıymete sahip olmakla övünürüz de onun nasıl bir muhîtte yetiştiğini bilmeyiz. Bu büyük adamın hangi hamiyetli ellerde, nasıl bir şuûrla mayalandığını hiç mi hiç merak etmeyiz. Böyle büyük adamların hayat hikâyelerini bilmek, karakterleri teşekkül ederken onlara tesîr eden şahsiyet ve âmilleri tanımak da en az görüşlerine vâkıf olmak derecesinde önemlidir hâlbuki. Milletinin tarihinde rol modeli olan bir insanı tanımak için şahsiyetindeki hâkim unsurların kaynağına inmek, onu yetiştiren kültür malzemesinin ne olduğunu bilmek de onu tanımak açısından ziyâdesiyle ehemmiyetlidir. 

Bu büyük adamın oluş sırrını kavrayabilmek içinse, evvelemirde onu büyüten kadını tanımamız gerekir. Çünkü onun hayatındaki ilk ve en önemli figür, hiç şüphesiz vâlidesi Nakıye Hanımdır. Zerrelerine kadar İslâm ahlâk ve fazîleti, Türklük şuûr ve gururuyla meşbû olan bu kadın, evlâdının gönül mabedine kültür ve medeniyetimizin ışığını düşüren insanın ta kendisidir.

Şâirimizin şahsiyetine damgasını vuran hâkim unsurların kaynağında o vardır. İlk çocukluk devresinin, şahsiyetin teşekkülündeki önem açısından da Yahya Kemal’in hayatı ayrıca incelenmeye değerdir. Hattâ diyebiliriz ki onun hayatı, pedagojik açıdan ders kitaplarına girecek kadar nümûne-i imtisâldir.

Büyük insan, on üç yaşının baharında, kendi ifadesiyle daha hayatı şafaklandıran çağa girmeden kaybetmiştir anacığını. Yani Nakıye Hanım vuslat semâsına kanat açtığında, o ergenliğe bile ayak basmamıştır henüz. Buna rağmen mübârek kadın, yirmi dokuz yıllık kısa ömründe, bir ucu Türklük, diğer ucu İslâm olan çift başlı sağlam bir düğüm atar çocuğunun rûhuna…

Ağaç yaşken eğilir. Bizimle bir ömür yaşayan değerler, en masûm çağımızda gönlümüze düşenlerdir. Ümmî fakat görgülü bir kadın olan Nakıye Hanım, şifâhî kültürün müktesebâtını bir anne rikkatiyle üfler evlâdının rûhuna. Daha mektep çağından önce yavrusuna; “Oğlum, dünyada iki insanı sev... Peygamber Efendimizi, bir de Sultan Murâd Efendimizi…” diyen odur. Yunus ilâhileriyle, Muhammediyye’lerin günaşırı okunduğu bir evde büyüyen küçük Ahmed,* içine doğduğu ortamda hem tarih ve kültürüne âşık olur, hem de kendisine uhrevî bir âlemin kapıları açılır.

Yirmi dokuz yaş gibi çok genç bir yaşta masivâ perdesini yırtarak mâverâ yurduna kanat çırpan bu asîl rûhlu kadın, birçok hemcinsinden daha üstün bir kavrayışla yerine getirmiştir analık vazîfesini. Evlâdının rûhuna mensubu olduğu medeniyetin mayasını çalarak göçmüştür bu dünyadan.

“Bugün analar niçin Yahya Kemaller doğurmaz?” diye hiç sorduk mu acaba kendimize. Ondan önce sorulması gereken en can alıcı soru ise hiç şüphesiz şudur: Acaba bugün yavrusunun rûh iklimine Sultan Murâd’ın muhabbetini düşüren bir Nakıye annemiz yaşıyor mu bu toplumda? Kaç anne var en masûm çağında evlâdının gönlünü, Kosova kahramanı, şehid-i muazzez Murâd-ı Hudâvendigâr’ın sevgisiyle ilmek ilmek dokuyup yumak yumak işleyen. Evvelemirde kendimize, daha sonra da birbirimize sormamız gereken ilk soru bu olmalı…

Bir yılbaşını daha geride bıraktık. O da hayatımızdan uçup giden eski zamanlara karıştı. Ve artık çok şükür eskisine göre büyük bir muhabbetle de kutlanmıyor. Seksenli yıllardaki kutlamaları hatırlıyorum da... Devletin televizyonu en az on beş gün öncesinden başlardı reklamını yapmaya o menhûs gecenin. Ve bu reklam mutantan bir edâ ile son güne kadar da sürerdi.

Aleyhinde neşriyât yapılamaz, sadece birkaç cılız ses çıkardı basın yayın organlarında. Onları da kamuoyunun yularını elinde tutan Noel korosunun çığlığı bastırırdı. Artık günümüzde yılbaşı eski yılların heyecanıyla kutlanmıyor. On beş gün öncesinden başlayan; “Şu sanatçı bu kanalda çıkacak, filânca kanalda dansöz var.” gibisinden reklamlarla sunî gündemler oluşturulmuyor. Çok şükür, bir gecenin zevk ve tantanası en az on geceyi hayatımızdan çalmıyor. 

Ama bugün bile bazı şuûrsuz ebeveynler hâlâ çocuğunun gönlüne, o gecenin baş aktörü olan Noel Baba’nın ufûnetini saçmakla meşgul. Mânâmızla bağdaşmayan o uğursuz figürün sevgisiyle besliyor yavrusunun rûhunu. Ve böylece daha çocukluk devresinde kaybettiğimiz nesiller kervânına katılıyor o güzelim yavrular da…

Son yıllarda kulağımıza sıkça çalınan bir döviz var: “Noel Baba’nın Antalyalı olduğunu biliyor muydunuz?” Söyleyen öylesine masûmane söylüyor ki… Şuûr kalkanıyla mücehhez değilseniz eğer, altında yatan niyeti göremiyorsunuz. “Evet, belki bilmiyorsunuz ama geçmişte o da bu topraklarda yaşamış. Yani içimizden biri.” diye fısıldıyor bir karanlık ses size derinden…

Ren geyiklerinin çektiği kızağın üzerinde kırmızı kürküyle yolculuk eden soğuk kış gecelerine has bir figür bu Noel Baba. Yani kar canavarıyla çarpışan kuzeyli bir kutup adamı. Sormak lazım şimdi iddia sahiplerine: Acaba Antalya’ya ne zaman, tarihin hangi devrinde o kadar kar yağmış?

İnanç turizmi adına kendimize mâl etmeğe çalıştığımız o şâibeli figürün rûh kökünde mevcut kıymet hükümlerine yabancıyız ne yazık ki. Destûrsuz hânemize girerken bile bizden olmadığı çok açık…  “Sizden biriniz başkasının evine girmek isterse üç defa izin istesin, kendisine izin verilmezse geri dönsün.” diyen nebevî hitap bile gözlerimizi açmaya yetmiyor.

Bu yılbaşı arifesinde bazı arkadaşlarımın, istikbâllerinin umudu evlâtlarını Noel Baba’nın elbisesiyle süslediklerine şâhit oldum sosyal medyada. Beğeni yağmuruna tutulan o çirkin manzarayı yüreğim yanarak seyrettim. Perestiş edip alkışlayanlara da en az o masûm(!) cinâyetin fâilleri kadar acıdım.

Fakat yalnızca acıyabildim. Zîrâ bu zevâta bir şey söylemeye kalktığınızda alacağınız cevap bellidir: “Ne var ki canım bunda? Bizim gayemiz eğlenmek. Yoksa Noel Baba’yı benimsediğimizden değil. Endişelenecek bir şey yok, daha çocuk o!”

Bugün Batı emperyalizmi, nesillerimizi kendi hesâbına devşirirken taşeron olarak böyle şuûrsuz ebeveynleri kullanıyor. Çocuğunu Noel Baba’ya benzeten bir anne-baba aynı zamanda o şeytanî figürün sevgisini de evlâdının rûhuna giydirdiğinin farkında değil. Kendisine lütfedilmiş Hâk emânetine o sevimli(!) haydut maskesini layık gören pusulası bozuk zihniyetler, cisimlerinden evvel rûhlarını gömdüğümüz nesillerin gönüllü katilidir ne yazık ki.

Zaman elbette kimin haklı olduğunu gösterecek. Üç yaşındaki çocuğunu Noel Baba’nın kıyafetiyle süsleyip daha bu yaşta onun gönlüne putperest kültürlerden aparılıp Hıristiyanlığa sokulmuş o nesebi gayr-i sahîh figürün muhabbetini düşüren yalnızca adı Müslüman ebeveynler, günün birinde nasıl bir cinâyet işlediklerinin farkına varırlar mı acaba? Heyhat! Belki varırlar ama o gün geldiğinde de köprünün altından çok sular geçmiş olur.

Evet, İskandinav mitolojisinden aparılarak Hıristiyan kültüre yamanmış bu zombi kılıklı adam, evimize kapıdan değil de bir hırsız edâsıyla bacadan iniyor. Keşke o da diğer hırsızlar gibi ev eşyalarımıza göz koysaydı. Cüzdanımızdaki parayı, sandığımızdaki ziyneti, komidinin üzerindeki abajuru aşırmanın telâşında olsaydı. Keşke bize verdiği zarar, sadece bunlarla sınırlı kalsaydı. Fakat bu hırsız hepsinden daha yaman. O bir gönül hırsızı. Maddî varlıklarımıza dokunmuyor. Hattâ bize kendisi ikrâm ediyor. Evimize hediyelerle girip oyuncaklarla çalıyor yavrularımızın gönüllerini. Bizden alıp götürdükleriyse hiç de azımsanacak gibi değil. O yüzden de bütün hırsızlardan daha sinsi ve harîs. Tam anlamıyla bir medeniyet tecavüzcüsü bu adam. Yani kadîm kimliğimizin baş düşmanı. Ve sanıldığı gibi de cömert değil… Kesinlikle almadan vermiyor. 

Kendimizi Batı medeniyetine hapsettiğimiz günden bu yana bizden hep çaldı bu adam. Ve biz kendisine kapıyı göstermedikçe de çalmaya devam edecek.

Onu tonton bir ihtiyar, cömert bir amca zannetmekse ne büyük gaflet! Ne kılığı kıyafeti, ne eve giriş biçimi, ne de o sevimli maskenin altında sakladığı karanlık çehresiyle bizden biri o. Sakalını çektiğimizde altından luciferin fırladığı bu papaz kılıklı şeytan taslağını hakikî veçhesiyle tanımak zorundayız.

Noel Baba sevgisi, Müslüman çocuğun gönlüne dökülmüş Rum ateşi. İslâm fıtratı üzere doğan sabînin rûhunu kor ateşle dağlamak gibi bir şey. Medeniyet kimliğimizin ve büyük îmânımızın mümessili olan âbide şahsiyetlerin muhabbetiyle evlâtlarımızın gönlünü yıkamak varken bizler, bu ne idüğü belirsiz figürün sevgisini dolduruyoruz nesillerimizin rûhuna. 

Peki, gelin onun yerine bize ait olan bir değeri koyalım. O gece evimize Noel Baba değil de Nasrettin Hoca gelsin. Ziyâretçiniz kapıdan girmeyip de bacadan iniyorsa eğer, değişen bir şey olmaz. Ve o gece evinize ayak basan Nasrettin Hoca, olsa olsa ancak Noel Baba’nın ikiz kardeşi olur. Noel Baba hidâyete ermediği gibi Nasrettin Hoca’yı da aslî kimliğinden koparıp ait olmadığı bir dünyaya savurursunuz.

Değerlerimiz bizi biz yapan varlık sebebimizdir. Ve her değer de ait olduğu dünyada şahsiyetini bulur. Aksî hâlde anlamını kaybederek kıymetini yitirir. Çocuklarımıza yılbaşı akşamı hediye getiren kim olursa olsun, kesinlikle bizden değildir. Zîrâ millî kültür ve yaşayış üslûbumuzla hiçbir alâkası olmayan o gece, bizim için milâdî takvim başlangıcı olmaktan öte bir anlam taşımıyor. Kısacası artık sadece Noel Baba’yı ya da çam ağacını değil, bütün mazarrâtıyla beraber bu yılbaşı çılgınlığını hayatımızdan kovmak mecburiyetindeyiz.

Buhran ve savruluşlarımızın kaynağında kültürel açıdan iktidâr olamayışımız yatıyor. Ondan daha büyük zafiyet ise birilerinin kendilerini iktidârda zannetmesi. Hâlbuki siyasî iktidâr ekonomik iktidârın üzerine oturur. En altta ise kültürel iktidâr vardır. Siyasî ve ekonomik iktidâra sahip olsanız bile memleketin kültür hayatına yön veremiyorsanız, kitlenin nabzını tutamaz, umut ve heyecan aşılayamaz, nesillere millî kültür şuûru kazandıramazsınız. Sahipsiz olan kalabalıklar da Noel Baba’nın kayığına binerler.

Yapılacak ilk iş, hiç şüphesiz aileyi güçlendirmek. Onu millî-mânevî mukaddeslerin kalkanı hâline getirmek.

Tabiî bunun için de anneliği yalnızca biyolojik bir hâdise olarak görmeyen vâlidelere ihtiyacımız var. Sütüyle yavrusunun bünyesini beslerken irfânıyla da rûhunu emziren Nakıye analara her zamankinden daha fazla muhtacız bugün. Cemiyet olarak bu ihtiyacın farkına vardığımız gün, Noel Baba ve şürekâsı için sonun başlangıcı olacaktır. 

* Yahya Kemal’in gerçek adı Ahmed Agâh’tır. Yahya Kemal ismini sonradan almıştır.