“En tehlikeli yalan, içine doğru karışmış yalandır.”
          ACAR BALTAŞ                           

Gerileme devrimiz, 1683’teki İkinci Viyana Kuşatması ile başlar. Sadrâzam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın başında olduğu Osmanlı ordusu şehri fethetmek üzere Viyana önlerine gelir. Yaklaşık iki ay süren kuşatmadan sonra artık şehrin düşmesi yakındır. Fakat buna rağmen durum yine de kritiktir. Zîrâ Viyana Avrupa’nın kilidi olduğundan Hıristiyan dünyanın ondan vazgeçmeye niyeti yoktur. Bunu bilen Merzifonlu, Kırım Hanı Murat Giray’ı, Tuna Nehri’ni tutmakla görevlendirir. Çünkü şehre yardıma gelecek bir düşman kuvveti buradan geçmeye mecburdur. Nitekim Polonya Kralı Jan Sobieski ordusuyla birlikte yardıma koşar. Tuna’dan geçerken uzaktan manzarayı seyreden Kırım Hanı, Merzifonlu’ya duyduğu kin ve öfkeden dolayı, o güne değin târihimizde görülmemiş bir ihânete imzâ atar. Düşman askerinin saf saf Tuna’nın güneyine geçişini kayıtsız seyreder. Kılını bile kıpırdatmaz. O esnâda kendisinin yanında olup ihânetine şâhitlik eden müftü efendi dayanamayıp; “Sultânım, küffar askerinin beri tarafa geçmesine neden müsaade ediyorsunuz? Nehri geçerken bunları kırdırmak daha kolay olmaz mı?” der. Bunun üzerine Kırım Hanı köpürüp Osmanlı’ya olan hıncını kustuktan sonra sözü şöyle bağlar: “Bu kâfire hücûm edip dağıtmak işten bile değildir. Amma yaralanmış gönlüm, benim bu gayretime mâni oluyor.”  

Durum, yalnızca emre itâatsizlik değil, açık bir ihânettir. Netîcede iki ateş arasında kalan Osmanlı ordusu büyük kayıplar vererek geri çekilir. Sadece Viyana’nın fethinden vazgeçmek zorunda kalmayız, Orta Avrupa’ya da veda ederiz. On beş yıl boyunca devam edecek büyük bir yıkım ve karışıklık devri başlar. Ve akabinde de târihimizin ilk toprak kaybıyla netîcelenen antlaşması olan Karlofça’yı imzâlarız.

Evet, bozgun çığırımızı başlatan Viyana hezimetinin sebeplerinden biri de işte bu ihânettir.

Aradan asırlar geçer, bu sefer başka bir coğrafyada, Fahr-i Kâinâtın doğduğu topraklarda bir başka ihânetle karşılaşır Osmanlı. Bu defa olayların merkezinde Mekke Emiri Şerif Hüseyin vardır. Bu seferki ihânet, bir husûmetin değil, şâhsî bir ihtirâsın eseridir. Başına kendisinin geçeceği, sınırları Halep’ten Yemen’e uzanacak büyük bir Arap Krallığı kurma hayali içindeki Şerif Hüseyin, İngilizlerle işbirliği yapar. Onların vaat ve telkinlerine kanar, yardım ve teşvikleriyle velinimetine karşı isyan bayrağını açar.

Sonuç ne Osmanlı’nın, ne de kendisinin hayrına olur. “Böl ve yönet” politikasından her zaman olduğu gibi İngilizler kazançlı çıkar. Yıkılan imparatorluğun geniş toprakları üzerinde farklı isimlerle birçok uydu devlet kurulurken büyük oyunun küçük aktörü Şerif Hüseyin, on beş yıl sonra umduğunu bulamamış me’yûs ve nâdim bir rûh hâli içinde bugünkü Ürdün’ün başkenti Amman’da son nefesini verir.

Mes’elenin burada kapanması gerekir, öyle değil mi? Ama öyle olmaz. Zîrâ ihânetin gölgesi kendinden daha uzundur ve o yüzden de günümüze kadar gelir. Şerif Hüseyin ile etrafına topladığı bir avuç bedevinin bu teşebbüsü zaman içinde; “Araplar, Birinci Dünya Savaşı’nda bizi arkamızdan vurdu.” söyleminin mesnedi hâline dönüşür. Hattâ bazı çevreler daha da ileri giderek bunu, Araplardan bize hayır gelmeyeceğinin, onlardan kurtulmak gerektiğinin gerekçesi olarak sunarlar. Bu unsurdan uzak durmamız gerektiğini sessiz ve derinden fısıldarlar.

Bu ihânetlerden ilki, gerileme çığırımızın başladığı devre, diğeri ise imparatorluğun tasfiyesinin gerçekleştiği günlere rastlar. Bazıları, her iki hezimeti de bu olaylarla doğrudan irtibatlandırır. Yıkımların arkasındaki en önemli sebebin bu ihânetler olduğunu öne sürer. Bu iddialar, kesinlikle doğru değildir. Zîrâ büyük devletler ihânetlerle yıkılmazlar. Çöküş ve hezimetlerin daha esaslı sebepleri vardır.

Fakat burada ilginç olan şudur ki, Murat Giray’ın ihânetinden dolayı bugüne kadar hiç kimse Kırımlılara “hain” dememiştir. Onları ihânetle ithâm etmemiştir. Özellikle de Araplara hain yaftasını yapıştıran, onlarla yol yürümenin mümkün olmadığını söyleyerek çizgi dışına itmeye çalışan çevrelerin, nedense bu konu akıllarına bile gelmemiştir.

Kimse yanlış anlamasın. Biz de Kırımlılara “hain” demiyoruz. Onlar bizim canımız. Hem dindaş hem de töreyle bağlı olduğumuz kardeşlerimiz. Her zaman da haklı davalarının davacısıyız. Bizi rahatsız eden, birbirinden pek bir farkı olmayan bu iki hâdise karşısında takınılan farklı tutum, yani çifte standarttır.

Ne Murat Giray’ın ihâneti ne de Şerif Hüseyin’in isyanı, mensubu oldukları milletleri töhmet altında bırakır. Bir şahsın ya da onunla beraber hareket eden bir grup insanın kusurunu bir topluluğa ya da mensubu olduğu millete yüklemek hak ölçüsüyle bağdaşmaz.

Kanunda bile suçun şâhsîliği prensibi vardır. İhâneti bütün bir millete mâl etmek yanlış olduğu gibi, bu durum Araplardan uzaklaşmanın, onlara sırtımızı dönmenin de gerekçesi olamaz.

Bazen insanoğlu geçmişin hesabını sormanın gayreti içine düşer. Fakat bu gayret, idrâkini perdeleyerek hâli ve istikbâli görmesini de engelleyebilir. İşte bugün Şerif Hüseyin İsyanı üzerinden içine düşürüldüğümüz durum tam da budur. Maalesef bu ülkede bazı zihinler, yakın târihin bir koridorunda sıkışıp kalmış, bir türlü onun ötesine geçememektedir. Bunun yol açtığı en büyük sıkıntı ise Türk-Arap ilişkilerini bütünüyle onun üzerinden okuyup anlama ve günümüz hâdiselerine de sürekli onu öne çıkararak ve yalnızca ona atıfta bulunarak bakma eğilimidir. Bugün belli çevrelerin Araplara ilişkin yaklaşımlarında bunun ne kadar müessir olduğunu görmekteyiz.

Anâsır arasında geçmişte yaşanmış bazı nahoş hâdise ve çekişmelerin umûmî bir hoşnutsuzluğa dönüşerek sonsuza kadar sürdürülmesi gereksizdir. Bu, hem eşyanın tabiatına hem de siyâsetin ve millî menfaatlerin doğasına aykırıdır.

Fakat ne yazık ki, bu ülkede yıllardan beri bu yapılıyor. Şerif Hüseyin’in kalkıştığı isyan, temcit pilavı gibi sürekli gündeme getirilerek iki unsur arasındaki mesâfenin hep açık olmasına çalışılıyor.

Bu söylemleri bir kısım mihrâklar kasıtlı olarak gündemde tutsa da, bazı kesimlerin özellikle de Türkçü çevrelerin buna, bazen garip bir duygusallık bazen de reaksiyon psikolojisiyle sımsıkı sarıldıklarını görüyoruz. 

Mes’eleye dönük yaklaşımların oldukça sığ ve yüzeysel olduğu açık. Bu, öncelikle bir şartlanmanın eseri. Birileri yalnızca isyanın çıkmasına odaklanmış durumda. Neden ve nasıl diye sormuyorlar. İsyanı tetikleyen sebepler, öncesindeki süreç, o günkü yönetimin defoları ilgi alanlarına girmiyor. İttihat ve Terakki’nin yanlışlarını, Cemal Paşa’nın hatalı icraatlarını ıskalıyorlar. Bütün bunları, İttihat ve Terakki’nin son dönem târihimizdeki yeri, millî devletin kuruluş aşamasındaki rolünden dolayı görmeme eğilimindeler.

Ve onları dinlediğinizde, Araplar târih boyunca bizi hep arkamızdan vurmuşlar duygusuna kapılıyorsunuz. Bugüne kadar kamuoyu sürekli olarak bu algı üzerinden belli bir noktaya çekilmeye çalışıldı. Hâlbuki gerçek, hiç de söylendiği gibi değil…

Şerif Hüseyin’in önderlik ettiği isyan Hicaz bölgesiyle sınırlı olup etki alanı Mekke-Akabe hattının ötesine geçememiştir. Bu dönemde Araplarla meskûn Suriye, Irak, Lübnan, Filistin gibi coğrafyalarda tek bir kişi bile isyan etmemiştir. Ayrıca bugünkü Arabistan’ın Hicaz dışında kalan bölgelerinde yaşayan diğer Arap kabileleri de ne bu isyana destek vermişler, ne de bir başka isyanın planlayıcısı olmuşlardır. Hattâ bugünkü Suudi Arabistan’ın kurucusu olan Necid Emiri bile çevresindeki İngiliz ajanlarının telkinlerine rağmen Osmanlı’ya karşı hasmâne bir tutum içine girmemiştir. Feridun Kandemir “Medine Müdafaası” isimli hâtıratında, hâdiselerin görgü şâhidi olarak Osmanlı ordusu Medine’den ayrılırken yerli Arapların hüzünlendiklerini söyler. Aylar süren kuşatma boyunca, Osmanlı askerleri ile birlikte her türlü çileye katlandıklarını anlatır. Yani isyanın çıktığı bölgede bile devlete bağlı olan Arapların sayısı, isyan edenlerden çoktur. İsyancı unsur, Şerif Hüseyin’in türlü vaatlerle çevresine topladığı bedevilerden oluşmaktadır. Onları bu işe sevk edense Türk’e düşmanlık ya da Arap milliyetçiliği değil, çapulculuk ve menfaat tutkusudur.

Yukarıdaki iddianın en kuvvetli delili, Falih Rıfkı Atay’ın “Zeytindağı” isimli hâtıratıdır. Atay ünlü eserinde bedevileri “Altın ve kıymetli taştan başka dinleri yoktu.” şeklinde tanımlar. Hattâ eserinin bir yerinde; “İngiliz cephesinden at kaçırıp bize satan Bedeviler, dönüşlerinde bizim atlarımızı çalıp İngilizlere satarlardı.” demektedir.

Şerif Hüseyin’in teşebbüsü sadece İslâm dünyasında değil, Araplar arasında da kınanarak ağır eleştirilere hedef olmuştur. Şerif Hüseyin’in kardeşi Şerif Nasır bile o günlerde; “Biraderim hakkında ne söylerseniz söyleyiniz buna tamamıyla müstahaktır.” demiştir.

İsyandan sonra İttihatçı hükûmetin yaptığı gazete duyurusunda da şöyle denilmiştir: “Bütün iş Hüseyin’in şâhsî eseridir. İslâmlık ve Araplıkla ilgisi yoktur. Hüseyin’in hıyâneti çoktandır biliniyordu; O bir İngiliz aleti idi…”

Ve iddia olunanın hilâfına, Arapların Birinci Dünya Harbi yıllarında bize önemli faydaları dokunmuştur. Savaş esnâsında ordu içinde Arap erlerden kurulu tümenler görev yapıyordu. Meselâ, Çanakkale’deki 25. tümen tümüyle Araplardan oluşuyordu. Yine o yılların istihbarat örgütü olan Teşkîlât-ı Mahsûsa’da sadâkatle hizmet eden Araplar vardı. Bunlar karşı tarafın Türkler aleyhine yaptıkları planlardan Türk komutanları haberdâr ediyorlardı. Bu uğurda ölümü göze alarak görev yapan Arap casusların varlığı bilinmektedir.

Teşkîlât-ı Mahsûsa’nın başkanı olan Kuşçubaşı Eşref Arapları kastederek şöyle demiştir: “Onlardan ihânet görmedik. Bizi asıl arkadan vuran, altınlardan başka kendilerini bağlayacak bir gaye ve mefkûresi bulunmayan politikacılarıydı.” Birinci Dünya Savaşı boyunca Ortadoğu’da görev yapan ve o yıllarda bölgenin en yetkili kişisi olan Cemal Paşa da hâtıralarında; Şam ulemâsından övgüyle söz etmekte, onlarla çok iyi ilişkiler kurduğundan bahsetmekte ve bu gerçek âlimler topluluğu içinde, Osmanlı hilâfetine ihânet içinde olan bir kimseye rastlamadığını söylemektedir. Görüldüğü gibi, dönemin en yetkili kişileri bu görüştedir.

Bu kanâat yalnızca Osmanlı bürokrat ve siyâsetçileri tarafından değil, İsrail’in kurucu devlet adamları tarafından da paylaşılmıştır. Meşrutiyet yıllarında İstanbul Üniversitesi’nde hukuk öğrenimi görmüş olan İsrail’in ilk başbakanı Ben-Gurion, o günlerde İstanbul’da tanıştığı Arap öğrencilerle ilgili olarak şöyle der:

"...İktidar merkezine bu kadar yakın olarak, Filistin'deki Yahudilerin durumunu geliştirebilmeyi düşünüyordum. Çeşitli yollarla Yahudi özgürlük hareketini ilerletebilirdim; önce özerklik, nihai olarak tam bağımsızlık elde ederek. Akıl yürütmem böyleydi. İstanbul'da rasladığım Arap öğrencilerle bu konuda düşüncelerimin çok farklı olduğunu görmekten şaşırdım... Bu genç entellektüel Araplar, mücadelelerinin geleceğini Türk idaresinden bağımsızlık olarak görmüyorlardı. Hiçbiri Arap topraklarının bağımsızlığından söz etmedikleri gibi böyle bir amaç için çalışmıyorlardı. Tam tersine, birçoğu, daha geniş ve daha büyük bir Türk imparatorluğu görmek istiyorlardı..." (Ben Gurion Looks Back-Talks with Moshe Pearlman, s.46)

Ayrıca Millî Mücâdele dönemi ve takip eden yıllarda yine birçok Arap topluluğu Türkiye’ye bağlanmak istemiş, fakat bu girişimlerin hiçbirinden dönemin şartları gereği olumlu sonuç alınamamıştır.

Bu topluluklardan biri de Filistinlilerdir. 1922 senesinde Millî Mücâdele zafere doğru koşarken Ankara Hükûmeti’ne başvuran bazı Filistinli Arap liderler, kendi kaderlerini tayin hakkı çerçevesinde Türk mandası istediklerini bildirmişlerdir. (Y.Porath'ın 'The Emergence of Palestinian-Arab National Movement 1918-1929' (Filistin Arap Ulusal Hareketinin Doğuşu 1918-1929) adlı kitabının 160-165. sayfaları...)

Ne yazık ki günümüzde de bazı Arap liderlerin samimiyetten uzak yaklaşım ve aleyhte demeçleri bu menfî algıyı beslemeye devam ediyor. Nasıl geçmişte Şerif Hüseyin’in çevresine topladığı bir avuç insanla yanlış bir yola girmesi Arapları töhmet altında bırakmak için kullanıldıysa, çağdaşı olduğumuz bazı Arap liderlerin tutumu da bugün yine aynı maksada hizmet ediyor.

Öncelikle şunu bilelim: Arapları siyâsî arenada temsil eden şahısların önemli bir kısmı gerçekte onları temsil etmiyor. Türkiye’ye karşı olan tavırları da halklarının hissiyâtını yansıtmıyor.

Bu çerçevede Kudüs davası ve Filistin mes’elesini, Mahmud Abbas’ın tavır ve söylemleri üzerinden algılayıp anlamaya çalışmak büyük bir handikap. Çünkü ne bu şahıs, ne de diğerleri, başlarında bulundukları toplulukları temsil ediyorlar. Makamlarını, uluslararası sistemin inâyetine borçlu olan bu şahısların arkalarında halk desteği yok.

Bu yüzden de ne Esad’dan dolayı Suriyelilere, ne Mahmud Abbas’tan dolayı Filistinlilere, ne de Sisi’den dolayı Mısırlılara fatura kesebiliriz. Verdikleri demeçleri, iki milyara yaklaşan İslâm âlemine sırtımızı dönmenin gerekçesi olarak göremeyiz. Ayrıca bugüne kadar Batılı devletlerin menfî tutumunu, onlarla ilişkilerimizi bitirmenin sebebi olarak gördük mü hiç?

İçimizdeki Arap karşıtı lobi, Arap devletlerinin uluslararası toplantılarda Türkiye’ye destek vermediklerini sürekli olarak işleyip bunun üzerinden parsa toplamaya çalışıyor. Fakat şu nedense hiç görülmüyor: Sadece Araplar değil, bugüne kadar birçok İslâm ülkesi bunu yapabilecek, bir kez yapsa bile devamını getirebilecek bir güce sahip olmadı.

Ayrıca bu konuda Türkiye’nin cumhuriyet dönemindeki sicilinin de gözden geçirilmesi gerekiyor. 1957 senesinde BM’de Cezayir’in bağımsızlığı için yapılan bir oylamada Türkiye’nin çekimser kalması hem Cezayir halkını hem de diğer Arapları üzmüştür. Hâlbuki Millî Mücâdelenin başarıyla sonuçlanmasından sonra buna en çok sevinen topluluklardan biri de Cezayirliler olmuş, Anadolu zaferini sevinç gösterileriyle karşılamışlardır.

Yüz beş yıl önce yaşanmış bir hâdise üzerinden bütün bir târihe şerh düşmenin, bugüne ve geleceğe sırf ona bakarak yön vermenin tutarlı bir tarafı yok. Bu, Kudüs davasına, Filistin mes’elesine bigâne kalmanın gerekçesi değildir. Çekilen acılar karşısında sükût etmenin sebebi olamaz. İçinde ilk kıblemizin de yer aldığı Kudüs’ün bugün içine düştüğü durum, hiçbir Müslümanın görmezden gelemeyeceği bir keyfiyettir.

Kudüs, 27 Recep 620’de Habîb-i Ekrem yedi kat semâya çıkmak üzere Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya doğru yola çıktığı anda bir daha silinmemek üzere gönlümüze mühürlenmiştir. Bir Müslüman Türk olaya bu zâviyeden bakmakla yükümlüdür.

Son yıllarda fitne kazanını karıştıranların mal bulmuş Mağribî gibi sarıldıkları bir argüman var: Niçin Filistin mes’elesine gösterilen alâka, Doğu Türkistan’dan esirgeniyor? Hattâ aralarından; “Filistin’e verdiğimiz desteği çekelim, enerjimizi bütünüyle Doğu Türkistan’a harcayalım.” diyenler bile çıkıyor.

Buna cevap vermek ve zihinlerde oluşabilecek şüphe bulutlarını dağıtmak elzem hâle gelmiştir. Bunun birinci sebebi, Türkiye’nin henüz buna gücünün yetmemesidir. Seksenli yıllarda soydaşları için Bulgaristan’ı ve bugün Filistinliler için İsrail’i karşısına alan Türkiye, henüz Çin’i karşısına alabilecek güce ulaşmamıştır. Yoksa ne Türk halkı ne de Türk devleti Doğu Türkistan’daki zulme karşı kayıtsızdır.

Mevcut iktidârın Araplara ve diğer Müslüman topluluklara karşı sıcak, Türk dünyasına karşıysa soğuk ve daha mesâfeli bir tavır içinde olduğunu söyleyenler, geçtiğimiz yılın sonlarında Azerbaycan’ın Ermenistan karşısındaki mutlak zaferinin, bugünkü iktidârın yardımıyla gerçekleştiğini görmüyorlar anlaşılan. Kanâatimce görmek istemiyorlar.

İkinci ve daha önemli sebepse, hem teopolitik hem de reel politik açıdan Kudüs’ün öne alınması gerekliliğidir. Yani stratejik açıdan Kudüs ilk sıradadır.

Kudüs, İslâm dünyasının cümle kapısıdır. Nasıl eve girebilmek için önce elimizdeki kilitle daire kapısını açıyor ve ancak oradan geçtikten sonra diğer odalara ulaşabiliyorsak Kudüs’ün İslâm dünyasındaki mevkiinin de ondan bir farkı yok. Onu çözmeden diğer problemlerimizi çözemeyiz. Ne kadar uğraşırsak uğraşalım, bir arpa boyu yol alamayız. Kudüs hürriyetine kavuşmadıkça, diğerleri için atılacak adımlar, bizi sonuca götürmez.

Şunu unutmayalım ki, sadece Doğu Türkistan’ın değil, bütün İslâm dünyasının kilidi Kudüs’tür. Anahtar da Anadolu Türkünün elindedir. Mescid-i Aksâ hürriyetine kavuştuğu gün, yalnızca Doğu Türkistan’ın değil, bütün İslâm dünyasının makûs talihi değişecektir.

İşte o zaman Türkiye’nin nefesi, bugüne kadar hiç görülmedik bir şekilde genişleyecek, rüzgârı Uzak Asya’ya kadar ulaşacaktır.

O çözülmeden bütün enerjimizi Doğu Türkistan’a hasretsek bile, sağlıklı yol alamayız. Ama Kudüs’ü hürriyetine kavuşturmuş bir Türkiye, ilerleyen zamanda diğer dış politika düğümlerini de çözer.

Her dem yeniden düşünmeye ve anlamaya mecburuz. Farkında değiller ama bazıları için geçmiş, geleceği ipotek altına almanın mazereti hâline dönüşmüştür.

Evet, târihten ibret alınmalı, dersler çıkarılmalı. Bunda mutâbıkız. Ama târih, geçmişteki tek bir hâdise üzerinden istikbâle şerh düşmenin, kasıtlı ve yanlı yorumlarla, zihinleri ifsâd etmenin de vasıtası olmamalı…

Filistin mes’elesine doğru bir şekilde yaklaşabilmenin ilk şartı, zihnimizi ön yargılardan kurtarmaktır. Rezervlerimizi bir kenara koyup duygu ve düşünce dünyamızda esaslı bir mıntıka temizliği yapmadan sağlıklı bir bakış açısına kavuşamayız.

Şerif Hüseyin isyanının o yıllarda savaşın kaderini tayin edici bir etkisi olmadı. Bize, Birinci Dünya Harbi’ni ve Arap coğrafyasını kaybettiren o isyan değildi. İsyanın Arap ihâneti masalına dönüşmesinden sonra ortaya çıkan durumsa bize daha pahalıya mâl oldu. Bunun tabiî sonucu, Arap-İslâm dünyası ile aramıza örülen psikolojik duvarlardır. Maalesef bir asırdan beri biz, birileri öyle istediği için bu duvarları yıkamadık.

Bugün bu ihânet masalı, gerek ders kitapları ve gerekse fısıltı gazetesinin etrafa yaydığı bölük pörçük bilgilerle toplumun şuûraltında geziyor. Bu, bir zihin bulandırma operasyonu. Hedefse Türkiye’nin İslâm dünyasıyla olan bağlarını gevşetmek, alâkasını zayıflatmak, daha uzun yıllar ilişkileri buzdolabında tutmak. Bu durumun en çok da Batılı dostlarımızın(!) işine geldiğini görelim artık.

Yıllar önce bir televizyon programında Oğuzhan Asiltürk; “Her uluslararası kuruluşun içinde olmalıyız. Bunlar bugün için faydalıdır da… Ama bizim nihâî hedefimiz, Orta Asya’daki cumhuriyetler ve çevremizdeki İslâm ülkeleriyle kuracağımız birliktelik olmalıdır.” demişti. O günlerde bu, yalnızca bir niyet ifâdesiydi. Günümüzde ise buna dönük somut adımların atıldığını görüyoruz.

Evet, bugünkü iktidâr, attığı adımlarla bu yolda emin bir şekilde ilerliyor. Fakat ne yazık ki hâlâ birileri, 1923’ten sonra İslâm ülkeleriyle aramıza örülmüş duvarları biraz daha yükseltme gayretinde…

Evet, Şerif Hüseyin’in çevresine topladığı bir avuç bedeviyle kalkıştığı bir isyan vuku bulmuştur ama ona kesinlikle “Arap İsyanı” denemez. “Arap ihâneti”, bir kurgu olup içine bir parça doğrunun karıştığı kocaman bir yalandır. Cumhuriyetin ilk yıllarından bugüne değin bunun sürekli bir şekilde propagandası yapılarak Türklerle Araplar arasına kalın duvarlar örülmüştür. Hattâ “Ne Şam'ın şekeri, ne Arabın yüzü!..” denilerek toplumun şuûraltı iğfâl edilmiştir. Asırlar boyunca aynı devletin çatısı altında yaşamış iki unsur birbirine yabancılaştırılmıştır. Eğer bir isim konacaksa, “Şerif Hüseyin İsyanı” demek şüphesiz daha doğru olur.

Artık bu yalan ve çarpıtmaya bir son vermenin zamanı geldi. Zîrâ günümüzde bu yalan, İsrail’in vahşet ve gaddarlığına göz yummanın, onu insanımıza mazûr göstermenin gerekçesi olarak sunuluyor. Bütün tezvîrâta rağmen sağduyulu milletimizin büyük çoğunluğu yine de tavrını mazlûm Filistinli kardeşlerinden yana koyuyor. Fakat belli kesimlerin hâlâ bu yalanlara inandığını ya da inanmak istediğini görmekse bizi derinden üzüyor.

Çok şükür ki, Şerif Hüseyin İsyanı Türk-Arap ilişkileri târihinde bir yara değil, yalnızca bir çıbandır. Ve o çıbanı üzerine merhem sürerek iyileştirmekse kolaydır. Çıbanı durmadan kaşıyarak yara hâline dönüştürmekse hiç de akılcı ve tercih edilebilir bir siyâset değildir.