“Her memleketin Yahudisi kendisine layıktır.”  BİSMARCK

 Dünya Yahudiliği iki büyük kültürel bloğa ayrılmıştır: Sefaradlar ve Aşkenazlar. Keskin çizgilerle birbirinden ayrılan bu iki topluluğun farklılıkları, benzerliklerinden ziyâdedir. Yaygın kanâatin aksine Yahudiler kesinlikle monolitik bir topluluk değildir. Aralarında her konuda inanç ve hedef birlikteliği yoktur. Bu, yanlış bir algıdır ve ona inananlar, yanılırlar. Bunun böyle olmamasının en önemli sebebi ise bu iki topluluğun farklı tarihî süreçlerin içinden geliyor olmalarıdır. Tabiatıyla farklı tarihî tecrübe ve etkiler, bu iki unsuru zaman içerisinde farklı şekillerde yoğurmuştur.

Bugün bütün dünyada ezici bir nüfus (%80) üstünlüğüne sahip olan Aşkenazlar, yüzyıllar boyu Batı ülkelerinde yaşadılar. Hristiyan devletlerin tebaası ve vatandaşı oldular. Müslüman tecrübesinden farklı olarak ötekiyle yaşama kültür ve disiplinine sahip olmayan Batı toplumları ise içlerindeki tek azınlık olan bu unsura karşı dâima kötü davrandı. Onları sindirmekte zorlandı.   

Hristiyan milletlerin gözünde onlar, Efendilerinin katiliydi. İsa Aleyhisselâm onlar yüzünden çarmıha gerilmişti. Alınlarına vurulan bu damga, hiçbir zaman için silinmedi. Ebedî utanç lekesi olarak onları her yerde takip etti. Bu yüzden de itilip kakılarak horlandılar. Devamlı bir surette göç etmeye, şehirler bazen de ülkeler arasında köşe kapmaca oynamaya mecbur edildiler. Haymatlos olarak yaşadıkları da oldu. İçine düştükleri anaforda bir ömre bazen birkaç ömür sığdırdılar. Hattâ bazı yerlerde toplumdan tecrîd olunarak gettolarda yaşamaya mahkûm edildiler. Bu muamele asırlar boyu devam etti.

İşin daha kötüsü sistematik devlet terörü ve şiddete ma’rûz kaldılar. Rusya gibi ülkelerde pogromlara, kitlesel katliamlara tâbi tutuldular. İkinci Dünya Savaşı yıllarında bir felâket makinasına dönüşen ırkçılık ve onun tabiî bir uzantısı olan soykırımın hedefi hâline geldiler. Ancak savaş sonrası dünyasında stabil ve huzûrlu bir ortama kavuşmaları mümkün oldu.

Sistematik bir şiddete muhatap olan bu unsur, hâkim unsurla daha mesâfeli bir ilişki biçimi geliştirdi. Asimile olmaktan korktukları için, sadece Hristiyanlarla değil, yabancılaşmış unsurlar olarak gördükleri diğer Yahudi topluluklarıyla da yakın bir ilişkiye girmekten kaçındılar. Ve zamanla bu durum, onlarda bir karakter husûsiyetine dönüştü.

En az beş yüz yıldan beri doğu toplumlarının içinde, özellikle de Müslüman Türklerin idâresi altındaki memleketlerde yaşayan Sefaradlar ise huzûr, güven ve emniyet içinde var oldular. Kültürel çoğulculuğun ne demek olduğunu bu topraklarda öğrendiler. Bunun tabiî bir sonucu olarak da yaşadıkları bölgelerin yerel kültürleriyle içli dışlı olup kaynaştılar. Kısacası Avrupalı dindaşlarından çok farklı bir hayat tecrübesine sahip oldular.

Tarih içinde meydana gelen bu ayrışma zaman içinde örf, âdet, gelenek, görenek gibi olguların da ötesine taşarak dinî sahada bile Yahudileri ikiye böldü. Nitekim bunun doğal bir sonucu olarak da bugünkü İsrail’de iki ayrı hahambaşılık bulunuyor. Bunlardan biri Aşkenazlara, diğeri Sefaradlara hizmet veriyor. Bu uygulama, ayrımın İsrail devleti tarafından da kabul edilip tescillendiğini gösteriyor.

Burada Aşkenazları Sefaradlardan ayıran en önemli fark, tarihleri boyunca hep şiddet, baskı ve işkence görmüş olmaları. Çocukluğunda şiddete ma’rûz kalarak büyüyen bir çocuk, yetişkin olduğunda nasıl şiddete daha meyyâl bir karaktere sahip oluyorsa, yüzyıllar boyu sürekli şiddete muhatap olan Aşkenazlar da genetik açıdan ona daha eğilimli bir yapıya sahipler. Bugün İsrail’in şiddeti âdeta politik bir enstrüman olarak benimsemiş olmasının arka planında yalnızca dinî ve siyasî içerikli sebepler yok. Ayrıca mes’elenin üzerine oturduğu çok önemli bir sosyolojik zemin de var.

Gelelim bundan yetmiş beş yıl önce kadîm Filistin coğrafyasında kurulan İsrail isimli devlete. Bu devletin kurucu unsuru tartışmasız bir şekilde Aşkenazlardır. Hattâ İsrail’i, bir Yahudi devleti olarak değil de, bir Aşkenaz organizasyonu olarak tanımlamak daha doğru olur. Gerçekten de İsrail, Aşkenazların devletidir. Zîrâ bütün önemli makamlar, Aşkenazlar tarafından parsellenmiştir. Devlet mekanizması tümüyle onların kontrolündedir. Kurulduğu günden bu yana öne çıkan bütün devlet adamları Doğu ve Orta Avrupa kökenlidir. Bunun istisnâsı görülmez. Hattâ devletin manevî kurucusu olarak kabul edilen Theodor Herzl bile Budapeşte doğumlu bir Macar Yahudisidir.

Sefaradlar ise bu devletin içinde sanki yok gibidirler. Yönetim kademelerinden, kilit noktalardan uzak tutulurlar. Sefaradların oy verdiği partilerin yöneticileri dahi Aşkenaz kökenlidir. Hiçbir önemli görev kendilerine tevcih olunmaz. İsrail’in devlet aklı nedense bu şekilde işler.

Kısacası kendilerine fazla güvenilmeyen Sefaradların İsrail’de statü itibarıyla ikinci sınıf vatandaş olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Konumları Arap unsurun belki birkaç adım önündedir. Bugün İsrail’de önemli miktarda bir Arap nüfus yaşıyor. Ayrıca İsrail’in etrafı Araplarla çevrili. O yüzden de devletin, kullanışlı bir unsur olarak görmese de Sefaradlara ihtiyâcı var. Başka yönden olmasa da demografik açıdan varlıkları önem taşıyor.

Kurulduğu günden itibaren meşrûiyeti dahi tartışmalı bir devlet için; “Keşke iktidarda Sefaradlar olsaydı.” demiyoruz. Yirmi asra yakın vatansız yaşamış bir milletin politikasının, Sefaradların iktidara gelmesiyle değişeceğini düşünmek safdillik olur. Böyle bir şey söylenemez. Fakat şu söylenebilir: Eğer İsrail devleti, 1948’de Sefaradlar, yani Osmanlı bakıyesi Yahudiler tarafından kurulmuş olsaydı, manzara bugünkünden daha farklı olabilirdi. İsrail en azından şiddet dozajı bu kadar yüksek bir politika sergilemezdi. Fakat yine şu da bir gerçektir ki, kahir ekseriyeti Sefaradlardan oluşan Osmanlı Yahudilerinin, hiçbir zaman için devlet kurmaya dönük bir niyet ve teşebbüsleri olmamıştır. Zîrâ Batılı dindaşlarına göre hayli rahattılar ve de hâliyle onları buna yöneltecek bir motivasyonları yoktu. Çünkü onların yüzyıllar boyunca gölgesi altında huzûrla yaşadıkları bir devletleri vardı zaten. Önce tebaası daha sonra da vatandaşı oldukları devlete bakışları Avrupalı dindaşlarından farklıydı.

Bu algının muhtelif tezâhürlerini bugün de görmek mümkündür. İki binli yılların ilk yarısında İstanbul Yahudileriyle ilgili bir alan araştırması yaparken içlerinden bazılarıyla sohbet etme imkânı bulmuştum. Araştırma gereği Yahudiliklerini sık sık vurguladığımda bana; “Biliyorsunuz, biz artık Türk’üz.” diyorlardı. Sanki “Ayrımcılık yapmayın, bizi kendinizden çok farklı görmeyin.” diyen doğal bir refleksti bu. Elbette bu tavır, farklı bir inancın müntesibi olduklarının reddi anlamına gelmiyordu. Zîrâ dine en soğuk olanları bile kültürel anlamda Yahudiliklerini inkâr etmiyordu. Fakat Türk örf ve an’anesi altında yaşamaktan ve gerektiğinde Türk olarak tesmiye olunmaktan da memnundular. En azından şikâyetleri yoktu.

Bu, pek tabiî ilm-i siyaset olarak görülebilir ya da azınlık psikolojisinden sıyrılmanın çabası olarak yorumlanabilir. Bense hâdisenin yalnızca bunlarla açıklanamayacağı kanâatindeyim. Bu, belli bir coğrafyada asırların mayaladığı ortak bir yaşam kültürünün onların dünyasında bıraktığı izdir aynı zamanda.

Doğu Avrupa orijinli bir ideoloji olan Siyonizm’in, Türkiye Yahudileri arasında fazla taraftar bulamaması da bunun bir kanıtıdır nitekim. Yahudilere bir vatan inşâ etme ülküsü olan bu ulusalcı ideoloji, fikrî düzeyde bile olsa kendine bu topraklarda yayılma sahası bulamamıştır.

Millet ve devlet olarak düşmanımızı iyi teşhis etmemiz gerekiyor. Bugün İsrail’de yaşananlar, bir Yahudi komplosu değil, bir Siyonist oyunu ve Aşkenaz siyasetidir. Bunu, bütün Yahudilere teşmîl etmekse yanlış olur. Ve bu durum bizi, dinimizin de reddetmiş olduğu ırkçılık ve antisemitizme götürebilir.