“De ki: Ey Yahudiler! Başka insanlar değil, yalnız kendinizin Allah’ın dostları olduğunuzu iddia ediyorsanız ve şayet sözünüze sadıksanız haydi ölümü temenni edin! Ama onlar daha önce yapıp ettikleri yüzünden asla ölümü istemeyeceklerdir. Allah zalimleri çok iyi bilmektedir.”

                                                                                                       Cuma 6-7. âyetler                                         

Biz bu filmi ilk defa izlemiyoruz. Daha önce de defalarca seyrettik. Doğrusu ben en acıklısına Bosna’da şâhit olmuştum. Seneler evvel bu film orada da gösterilmişti zîrâ. Drina Nehri’nden bir zamanlar kan aktığını hâlâ hatırlıyorum. Azerbaycan, bilhassa Hocalı’da yaşananlarsa bir başka yürek yarasıydı. Gazze’deyse bugün aynı filmin daha şedit ve kanlı bir versiyonu sergileniyor. Bizse her zaman olduğu gibi yine seyredip kınamakla meşgulüz.

Ulus-devlet mantığı zihinlerimizi iğdiş etti. Yalnızca muhayyilemizi köreltmedi, dünyamızı da küçülttü. Asırlar boyu kıtalara, okyanuslara sığamamış bir milleti Edirne’yle Hakkâri arasına sıkışan bir algıya mahkûm etti. Ve işin en kötüsü, mukaddeslerimize bile onun bize verdiği izin ölçüsünde yaklaşabiliyoruz bugün.

Kutsal beldelere bakış açımızı dahi o algı belirliyor. Ona göre Mekke, Medine ve Kudüs sınırlarımıza dâhil değil. Vilâyetlerimizden biri olmadığı için de hâliyle oraları savunmak bize düşmüyor.

Konunun uzmanı analist ve bazı kalemşorlar aynı gerekçeye sarılarak Türkiye’nin Gazze’de aktif bir tutum almamasını, bu işin dışında kalmasını salık veriyorlar. Buna dönük talepler dile getirildiğinde ise birileri sahneye çıkıp “Mehmetçiğin kanı o kadar ucuz değil!” diyor. Ya da “Evvelemirde kendi oğlunu gönder de görelim.” diyerek muhatabına ayar çekiyor. İstisnalar hariç, gerçekte onların çoğu bu işe hepten bigâne kalınmasını isteyen ekipten. “Geçmişte bize ihânet eden onlar değil miydi, çeksinler cezalarını…” diyen o mâlûm tâifeden.

Bugün Batılı ülkelerin başkentlerinde bile Gazzeli mazlumlara destek verilir, onlar için miting ve yürüyüşler düzenlenirken hattâ bazı Latin Amerika devletleri ülkelerinden İsrailli diplomatları kovarken bizden görünüp de gerçekte bizden olmayan birileri tarihin sisli koridorlarından devşirdikleri yalan yanlış bilgiler ve “Arap İhâneti” safsatasıyla yine zihinleri bulandırmaya, kafaları karıştırmaya çalışıyor. Kudüs ve Gazze mes’elesinde sahip olduğumuz ortak tavır ve bütünlüğü sarsmaya, aramıza nifak tohumları ekmeye uğraşıyor.

Bütün sermayesi sığınmacılara düşmanlık olan bir siyasî partinin genel başkanı pervâsız bir edâyla “Filistin bizim davamız değildir.” diyor. Kendi ifadesiyle kurucu ideolojiye bağlılık yemini etmiş bu zât, eğer Çankaya Köşkü veya Anıtkabir bombalanacak olsaydı, yerinde duramaz, şaha kalkardı. Askerimizin vazifesinin oraları korumak olduğunu söylerdi. Hiç şüphesiz vatanımızın her karış toprağı kıymetli olup her türlü tecavüze karşı da korunmalıdır. Bunda hemfikiriz.

Ama bugün resmen sınırlarımıza dâhil olmadığı için Mekke, Medine ve Kudüs’ün coğrafyamız dışında kaldığını söylemek ve o yüzden de bizi ilgilendirmeyeceğini ifade etmek her şeyden evvel bu milletin kadim değerlerine ve özündeki tevhit inancına aykırıdır.

Yarın, Mekke veya Medine işgal edilecek, Kâbe ya da Ravza’ya girilecek olsa, yine aynı bahaneye mi sığınacağız? Bir adı da “Peygamber Ocağı” olan ordumuz oraların müdâfaası yolunda hiçbir şey yapmayacak mı? Artık ondan sonra geriye bizi biz yapan ne kalır?

İstanbul ya da İzmir, Mardin veya Urfa ne kadar bizimse, Mekke, Medine ve Kudüs de o kadar bizimdir. Oraların gönül coğrafyamızdaki yeri ise hiçbir beldeyle mukayese edilemez. Birinci Dünya Savaşı boyunca ve hattâ savaş bittikten sonra dahi oraları bırakmamak için bütün gücümüzle direndik. Ayrılırken ise gözyaşlarımız sel oldu. Bugün o toprakları nasıl sınırlarımız dışında görürüz! Tartışmasız o topraklar her Müslüman Türkün sınırları dâhilindedir. İman etmiş bir kulun zihin haritasındaki en önemli yerdedir. İşte ulus-devlet algısı her şeyden evvel bize bunu unutturdu.

O mantığın müdâfi olan bazı analistler yetmiş küsur yıl önce Türkiye’nin Kore’ye asker göndermesini bugün bile bir zorunluluk olarak görüyor. O yıllarda Türkiye’nin menfaatinin Batı ittifakı içinde yer almak, NATO’ya girmek olduğunu söylüyorlar. Asker göndermeyi de bunun ön şartı sayıyorlar. Yad ellerde yitirdiğimiz yedi yüz yirmi bir Mehmetçiğin kanındansa pek bahsedilmiyor.

Kore’de Türk tugayı Kunuri Zaferi’ni kazanarak büyük bir kuşatmayı yarmış ve Amerikan kolordusunu yok olmaktan kurtarmıştı. Aynı ABD biz olmadığımız için, Vietnam’da rezil oldu. Türk milleti güneşlerden aziz evlâtlarını niçin kendisine yabancı bir coğrafyada harcadı? Ve Türk askeri oralarda ne uğruna savaştı? Bir hilâl uğruna mı? Yoksa dostumuz(!) ABD’yi mutlak bir felâketten kurtarıp Budist bir millete hürriyet ve istiklâlini bağışlamak için mi?

İslâm coğrafyası ve kutsal beldeler söz konusu olduğunda “ucuz” olmayan Mehmetçiğin kanı, Batı kulübünün talepleri gündeme geldiğinde nedense birden ucuzluyor. Hâlbuki tevhide adanmış bu millet, Kore’den evvel Kudüs ve Gazze’nin imdadına koşmaya hazırdır.

Ölüm karşısında rindâne bir duruş ve tevekküle sahip olmak için ruh metâneti gerekir. Ona sahip olmayansa ölüm karşısında zelildir. Bugün artık Gazze’deki insan, ölümden korkmuyor. O duyguyu çoktan aşmış. Öldükten sonra cesedinin ne olacağını düşünüyor. Tek derdi, can verdikten sonra yakınları tarafından teşhis edilememek. Akıllarına gelen çareyse kollarına taktıkları bileklik. Bir genç kız çekim yapan televizyon muhabirine elindeki bilekliği göstererek şöyle diyor: “Bu bilekliği bütün kardeşlerime taktık. Şimdi ayrıldık, yarımız Han Yunus’ta, yarımız Gazze’de… Bu sayede hepimiz birbirimizi bu işâretle tanıyacağız. Eğer ben öldürülürsem annem bizi bulacak. Ya da annem-kardeşlerim öldürülürse biz onları teşhis edeceğiz.”

Sekülerleşmiş, metanın zebunu hâline gelerek ölüm duygusuna yabancılaşmış insan bunu anlayamaz. Gazze’de ise bu durum artık hayatın rutinleri arasına girmiş vaziyette. Genç kızın yüzüne bakıyorum, bunu söylerken çehresinde en ufak bir korku ve isyan alâmeti yok. Rahat ve mütevekkil. Anlıyorum ki, artık ölüm duygusu onun için sıradanlaşmış. Kaderine razı bir teslimiyet içinde sırasını bekliyor.

“Ölüm bize ne uzak, bize ne yakın ölüm. Ölümsüzlüğü tattık, bize ne yapsın ölüm.” diyen şâir geliyor aklıma. Ölüm duygusuyla arasındaki mesafeyi sıfırlamış bu insanlara bundan böyle ne yapsın ki ölüm! İç dünyasında ölümü öldürmüş olanları artık ne ile korkutsun ki İsrail!

Bugün bu ülkede bazı şahıs ve çevreler kendi gölgesinde rahat yaşamak, etliye sütlüye karışmamak adına fısıltı gazetesinin yaydığı “Arap İhâneti” yaftasına yapışıyor. Ha bire “Topraklarını sattılar.” mavalını okuyor. Bu, bir tür üzerine almama, mesuliyetten kaçınma tavrı. Böylece kendilerini sorumluluktan azat ediyorlar. Bugün büyük bir iştahla sarıldıkları o gerekçe, inşâallah hesap gününde de onları kurtarmaya yeter.

Hiç durmadan yüzsüzü kınıyoruz. Ne yaman çelişki! Ar ve hayâ duygusu olan kınanır ancak. Öldürmeyi ideolojisinin merkezine koyan, o yüzden de pervâsızca hastaneleri bombalayıp bir anda beş yüz masuma kıyan zalimin neyi kınanır ki! Hiç şüphesiz şu anda Kâinatın Efendisi de âlem-i mânâda bizleri kınıyor. Sadece kınamıyor, şefâat beklediğimiz Yüce Nebi belki de Rabbine karşı ümmetinin şikâyet dilekçesini yazıyor. Bahtsız olan biziz, Filistinliler değil…

Onlar “Gözümün gördüğü hiçbir şeyden korkmam.” diyen Hz. Hamza misâli insanüstü bir gayretle direniyorlar. Her türlü güçlüğe katlanarak yılmadan mücadele veriyorlar. Her geçen gün imanları bileniyor, ruhları yüceliyor. Bizlerse ekranlardan bu hâinâne denâeti izlemek ve de ardı sıra “vah!” çekmekle meşgulüz. Şu anda bütün insanlık enformatik ihânetin bir parçası…

Eğer kınamanın bir faydası olsaydı, milyonların kendisine ettiği lânet ve küfürler yüzünden Netanyahu denilen şahsın yüzünün kevgire dönmesi gerekirdi. Hâlbuki tam bir zulüm makinesi olan bu adam her geçen gün gemi daha da azıya alıyor. 

Peki, savaşalım mı? Buna gerek yok. Allah İslâm dünyasına savaşmadan da hasmını mat edecek birçok imkânı bahşetmiş. Dünyanın kavşak noktasındayız. Kadim medeniyetlerin kucağında yaşıyor, ticaret yollarının üzerinde oturuyoruz. Şimdilerde tarihin baş aktörü olmasak da günümüzün aktörleri oyun kurabilmek adına binlerce kilometre öteden yine buraya geliyor. Yeraltı ve yerüstü kaynaklarının çoğu bizde. Kısacası zenginliğin merkezinde, dünyanın kalbinin attığı yerdeyiz.

Eğer İslâm dünyasını oluşturan devlet ve milletler topluluğu, Doğu Akdeniz ve çevresinde değil de Latin Amerika veya Uzak Doğu’da temerküz etseydi, bu kadar avantajlı bir durumda olmazdık.

Ortadoğu’daki devletler sadece enerji akışını kesseler, şimdiye kadar bu iş biterdi. Diğer ülkeler değil, yalnızca Suudi Arabistan vanaları kapatsa Batı on günde pes ederdi.

Emevi halifeleri içinde Ömer bin Abdülazîz ne ise Suudi kralları içinde de Melik Faysal odur. Şüphesiz Suudi Arabistan’ın tek hakikî kralı olan (Diğerleri Batı’nın jandarması) bu adama rahmet olsun. O canını hiçe sayarak zalimleri durdurmak adına ne yapılacağını bize gösterdi. Petrol vanalarını kısarak İsrail vahşetinin arkasındaki Batı’yı dize getirdi. Belki de yeniden ayağa kalkmak için Melik Faysallara ihtiyacımız var.

Bu savaş tam bir ibret meşheri! Görmesini bilirseniz Allah’ın âyetleri önünüzde açılıyor. Savaş başlar başlamaz havalimanlarına koşan Yahudilerin sefâletini görünce insanın aklına yazının başındaki âyette işâret olunan hakikat geliyor. Zalimler korkak olur. Daha savaşın başında bir kısım Yahudiler, patlayan birkaç bombanın ardından kapağı yurt dışına attı. Savaş uzasın, Yahudilerle meskûn bölgelere yayılsın, ölümle burun buruna olduğunu anlayan nüfusun yarısı kaçar. Gazzelilerse her gün patlayan bombalar ve ölümün soğuk nefesini enselerinde hissetmelerine rağmen, vatanlarını terk etmiyor. Sadece bu bile, o toprakların gerçek sahibinin kimler olduğunu, kimin ev sahibi, kiminse gaspçı olduğunu net bir şekilde göstermiyor mu? Toprağını satmış adam onun uğruna ölmeyi göze alır mı hiç! El-insaf…

Suret olarak insan, his ve irâde merkezini kaybettiği içinse canlı cenazeden farksız olan ümmet üzerindeki narkozun etkisinden kurtulduğu gün, yalnızca Filistin değil, bütün İslâm dünyası hürriyetine kavuşur. Bundan zerre kadar şüphem yok.

Birlik olmadan dirlik olmaz. Bugünse birlik günüdür. Ümmetin bir ve beraber olma günüdür. Sînelerin toplu vuracağı gündür. Hrant Dink’in elim bir suikasta kurban gitmesinden sonra birileri “Hepimiz Hrant’ız.” demekle kalmayıp işi daha da ileri götürerek “Hepimiz Ermeniyiz.” demeye vardırmıştı. Günlerden beri Gazze’ye ateş yağarken o gürûhun nedense sesi-soluğu çıkmıyor. Hiçbiri de göğsünü gere gere “Biz de bugün Gazzeliyiz.” demiyor.

Evet, gün bugündür ve bugün “Hepimiz Filistinli, hepimiz Gazzeliyiz.” deme günüdür. Bunu diyemeyip de hâlâ zihinleri tarihin sisli koridorlarında gezen bezirgân tiplere ise bundan öte söylenecek hiçbir sözümüz yok.