İnsan hayatı için en acil ihtiyaçlardan birisi de eğitimdir ve eğitim, insanlığa yolculuktur. Yaşayan canlılar olarak aç, susuz ve oksijensiz kalamayız çünkü ölürüz. Bunların devamı için gösterdiğimiz çabanın birkaç mislini, kendimizi eğitmek için göstermezsek, hayatta kalırız fakat dengede kalamayız. Eğitime bu kadar az eğilmemizin sebebi, öğrenmekten, kendimizi değiştirmekten yoksun kaldığımızda, hayati tehlikenin olmamasıdır. Eğer okumadığımızda, öğrenmediğimizde ölecek olsaydık, onu da acil ihtiyaçlar listesine alırdık. Bizler, dilimizin ve davranışlarımızın insanı yıpratmaya başlamasının, aslında bilgi yoksunluğunun çığlıkları olduğunu anlayabilseydik, önce kendimize bakıp, acilen bir rahlenin önüne oturma ihtiyacı hissederdik.

Kendimizi haklı görmek, bizi haklı yapmaz

Sürekli karşımızdakini görüp onu düzeltmeye çalışmak, sadece bakışlarımızı kendimize kör yapar. Bizi kendimizden uzaklaştıran, iç yolculuğumuzu engelleyen ve kendimize bunun ihtiyaç olduğuna dair gerekçeler ürettiren bir mekanizmanın çarkları arasına sıkışmış vaziyetteyiz. Sadece seyrettikçe okumaktan, düşünüp akletmekten ve kendisini düzeltme çabasına girmekten uzaklaşıyoruz. Televizyon adını verdiğimiz aslında masum alet, içine konulan programlardan dolayı bizim zamanımızı öldüren, dikkatimizi kendimizden ve ailemizden uzaklaştıran, yanlış bilgi ve görüntülerle önce zihnimizi ve sonra da hayatımızı kirleten zehirli atık kutusu haline gelmiştir. İçerisinde tek tük iyi programlar olsa da, kirletilen zihinleri, bozulan algıları ve kararan hayatları düzeltmeye yetmemektedir. Zamanımızın hangi dilimini öldüreceğine o karar veriyor, bizim zihnimize ne ekeceğine, zihni şekillendiren karelerde ne olacağına o karar veriyor ve biz ona şartsız teslim oluyoruz. “Önüne oturduk, şu anda çocuğum, eşim ve ben hazırız, buyur” diyoruz. Hipnotize olmuş gibi olayların içine giriyor, belki her toplumda kırk yılda bir yaşanan vahşi tabloları çok sık oluyormuş gibi algılıyoruz. İnsanın vicdanını yaralayacak senaryolarla zihnimizi doldurarak, muhatabı belli olmayan öfke biriktiriyor ve bunu en yakınlarımıza yansıtıyoruz ilâveten insanlara güvenimizi yitiriyoruz. “Benim dünyaya geliş amacım neydi, bana hesap soracak bir makam vardı ben O’na ne hazırlıyorum, şu anda ne yapıyorum, bu gidiş nereye, ?” diye sorgulamaya vakit kalmadan bakmışız ki zaman bitmiş. Haydi uyumaya.

Bizler, televizyonun eğitim çarkından geçmiş gönüllü esirleriz.

Bizi tümden şekillendirdiğini, eğlendirerek köleleştirdiğini halâ anlayamadığımız için, normal ekranlarla yetinmeyip, en büyük ekranlarla seyir keyfi yaşıyoruz. Evlenirken alınacaklar listesinde tv ünitesi de yer alıyor. Bu da; “Bizler beynimizin yıkanmasına devam edeceğiz, o bizi yönlendirecek ki biz ne yapacağımıza, kimi konuşacağımıza, kim gibi giyinip kim gibi yaşayacağımıza karar verelim. Diziler olmazsa biz vaktimizi nasıl geçiririz?” anlamına geliyor. Bizim çoluk çocuk bir sofranın başında oturup bir birimize sevgi ile bakmamız gerekirken, TV’ye tutku ile bakıyoruz. Çocuklarımızı, eşimizi dinleyip aramızda bir muhabbeti başlatmamız gerekirken, pasif alıcı olmayı seçiyor, bedenimiz evde, gözümüz ve gönlümüz başkalarında olarak evcilik oynuyoruz. Evimiz bir kahvehaneye veya bir otele dönüştü. Güya herkes evde fakat herkes ya tv başında ya da elindeki telefonda. Yani herkes online, evde kimse yok.