Şiir ve gelenek ilişkisi üzerine düşünmek, eskiyi devam ettirmeye mahsus yeni izleri bulmak değil, zihniyet esasında bir izin tekrarından tekrarlanamaz olana ulaşmanın usul, yol ve yöntemlerini öğrenmektir.

Buna dair biri geçmişten diğer ise çok yeni olan iki örnek var elimin altında.

İlki İbn Arabi’nin Fütûhât-ı Mekkiyye’sinden, yirminci sifrin “Musevî Mertebeden Kendisinden Önce Bilginin Bulunmadığı Ümmî Bilginin Menzilinin Bilinmesi” başlıklı bahsin girişindeki şiir.

Yeni olansa Hüseyin Atlansoy’un, Muhit derginin son sayısında (44; Ağustos 2023) yer alan “Şapur” adlı üç bölümlü şiirin son ölümündeki dizeler.

İbn Arabi’nin şiiri (Ekrem Demirli tercümesiyle) şöyle:

“Allah’ı bilmek süsleme ve güzelleştirme / Fikir bilgisi ise benzetme ve saptırma

Fikirle bilmek özet bilgi ve karıştırma / Allah ile bilmek ise tahkik ve tafsil gerektirir

Fikir ile bilmek, salt bildirme / Allah ile bilmek ise tahvil ve tebdil

Süslü Sözler seni aldatmasın / Çünkü onların medlûlü bilgisizlik ve neden bulma

Filozof İlah’ı reddetme derdinde / Sebebinin verisiyle, ki işlevsiz yapmak demek o

Eş’arî çoğalmış hakikat kabul eder / O da bir bilgi, fakat benzetme yapılmış.”

Atlansoy da şunları söylüyor mezkur şiirinin “gön başka yürek başka / kalp ilinin içi bambaşka” dizeleriyle geçilen üçüncü bölümünde:

“gönlü boştu ferhatın bu iyiydi / ne sıyrık izi ne yara bu iyiydi

gönül ki boşluğumuzdur bulunmaz batı göğünde / gön olmazsa deri tutmaz ayak bile karasın elemle

boş olacak ki yürek davransın yol alsın Ferhat dağlara / izi kazınsın dağlana dağlana kabaran ateşine dağdağa

kalbiyle düşündü ferhat ah ki ne büyük hata / su değil kan değil süt simetrisinde vuruldu aşka

su olmaz kan su gibi akar bir büyük hile elbet yine şapur / hüsrevin işmarıyla şirin gözünün yükü altında ezildi dünya

ferhat bilemedin gön başka yürek başka kalp deme o bambaşka / su ile süt ile künk ile kazma kürek ile kalamazsın dağlar başında

varlığı dağın delip şirin iline yol olmayanın neyine ne gerek der gibi / mimar-ı aşka es-sela demek ne haddine der düzünden niyazi mısri”

İki şiirin ortak teması: Ümmîlik ve bilgi!

Nitekim İbn Arabi, şiirinin hemen devamında kendisine göre ümmîliğin ne olduğunu açıklıyor:

“Bize göre ümmîlik, Kuran’ı veya nebevi haberleri ezberle (bilmekle) çelişmez. Ümmî, içindeki anlamları ve sırları ortaya çıkarmak için teorik inceleme gücünü ve aklın hükmünü kullanmayan kimse demek iken aynı zamanda ilahi konuları öğrenmede akıl delilinin verilerini kullanmayan veya şer’î hükümlerde fıkhi delillerin, kıyasların ve neden tespitlerinin müçtehitlere sağladığı verileri kullanmayandır. Kalp, akıl ve şeriat kaynaklı teorik inceleme verilerinin bilgisinden kurtulduğunda ümmîdir ve –herhangi bir gecikme olmaksızın– süratle ilahi feyzi kabul edici hale gelir. Böyle bir kalp, her şeyde ledünni bilgiden yararlanır. Bu ilginin değerini ise nebiler veya velilerden kendisini tadanlar bilebilir, imanın derecesi ve yapısı bu sayede kemale erer.”

Atlansoy da şiirinde Şeyhin bu görüşünü izlemektedir. Bu manada ilk şiir, ihtiva ettiği mana itibariyle aslî (sahih) olanı tahkim ederken, ikinci şiir aynı manayı sözlü kültürün içinde tekrarlamaktadır. Burada İsmail Raci Faruki’nin kelimeleriyle kültürü “Kişinin kendisini Allah’ın muradı doğrultusunda dönüştürmesi süreci” olarak tanımladığımızda, iki şiir aynı mana köprüsünde birleşmekte ama bu birleşmede her ikisi de kendi söz –ve yorum– özgünlüğünü –karıştırmaksızın– korumaktadır.

Buradaki tema ve iki şairin onu şiirle ifadesi –ki daha yetkin başka bir ifade yolu yoktur– ancak tasavvuf tefekküründe ve ancak bu tefekkürü hem akla dahil (makul) hem de onu aşacak şekilde müdrik olanlarda tam bir karşılığa erişebilir.

Aksi halde her iki şiir de çok yönlü -sırlı– anlamlar ifade etmeleri bakımından, söz konusu temaya yarım akıl ve kıt bilgiyle yaklaşanlara sanki cehalet hakkı tanıyorlarmış gibi gösterilebilir ve bu yanıyla edebî bir anakronizmin, cahilliğe övgünün nesnesi haline getirilebilirler.

Bir hâl ilmi olarak tasavvufun, bir hâl ve dil / gönül beyanı olarak şiirle kimi manaların doğru anlaşılmasında ortaklaşmaları, günümüzde sıkça tartışılan gelenek, tekrar ve tekrarlanamazlık konularının verimli bir şekilde ele alınmasını da sağlayacaktır.

Ancak, edebiyat ortamında akıl kıtlığını ve şiirsel kabızlığını tasavvufun renklerini yüklenerek kapatmak isteyen yeniyetmelerin çokluğu hem tasavvuf tefekkürünün hem de müstakil bir ilim olarak şiirin maruz kaldığı büyük tehlikelerden biridir.

Çünkü ümmîlikten kendi cehaletlerine delil arayanların yolu yolsuzluktur.