Alfred N. Whitehead, “şu veya bu şekilde” ilerlemeyi “Daima aşikâr olan bir şeyin aşkınlığı” olarak tanımlamış, C. Schmitt de “Modern devlet kuramının bütün önemli kavramları”nı “dünyevileştirilmiş ilahiyat kavramları” olarak nitelemiştir.

Buna göre, aşkın/ulvî/ilahî olanla, “örgütlü güç” tanımıyla devlet planında dünyevî olanı, kendi tefekküründe birleştirmesi nedeniyle, hâlen ikisini birlikte temsil etme kabiliyetine sahip tek din, İslâm’dır.

Ne var ki, güncel İslâm düşüncesinin, Batılı bir ideoloji olarak Modernizm’e ve dolayısıyla Laikçiliğe karşı bir korunma ve savunma gayretiyle kendi içine kapanarak, “demokratik, laik ve sosyal” sıfatlı devlet yönetiminde, vatan ve bekâ kaygısıyla, ordu başta gelmek üzere kimi müesseselere giydirilmiş dini rollerle iktifa etmesi, sadece bugünden değil uzak geçmişten devralınan büyük bir yanlış olarak karışımızda durmaktadır.

Buna bağlı olarak, “İslâm’da din ve dünya işlerinin ayrılmazlığı” konusundaki temel düşünce, kutsal bir kâseye dönüştürülerek, kırılmaması için herkesin elinin ulaşamayacağı bir yükseklikte özenle muhafaza edilmeye; varlıkları öncelikle dünyevî planda bir değer ifade eden kimi kişi ve kurumlar da yine devletin ya da ilgili cemaatlerin gördüğü lüzum üzerine onun yanına yerleştirilmeye çalışılmaktadır.

Bundan türetilen yeni sağcılık / muhafazakâr dindarlık terkibi, aynı zamanda “İslâm’da din ve dünya işlerinin ayrılmazlığı”yla flört eden, ama son tahlilde tıpkı günümüz Hristiyanlığındaki gibi, toplum ve devletin ihtiyacına göre varlığı hatırlanarak kullanılan, daha açık bir söyleyişle istismar ile istimal edilen dini düşüncenin kodları haline getirilmiştir.

Bunlardan bakıldığında, yakın zamanda bir ilahiyatçının laiklik, faiz, kadın cinayetleri ve İstanbul Sözleşmesi hakkındaki sözleriyle, bir mollanın filenin sultanları terimine yönelttiği itiraz, ilk bakışta çok dindarca görünse bile, bunlarla bir son zaman döneğinin, nebevî temeli olan biat mefhum ve uygulamasından kurtulmak için yanıp tutuştuğunu beyan etmesi arasında, yeni sağcılık bakımından hiçbir fark yoktur.

Zira ilk iki yaklaşım, yokluğu başlı başına bir zulüm olan devletin varlığını sorgulamak suretiyle zayıflatmaya, üçüncüsü ise kâfirliğin onanmasına gelip dayanır ki, kimse bunları şu şartlarda talep edecek bir cesareti gösteremez. Hâl böyle olunca, geriye Aspirin tedbirlerini talep etmek kalır ki, bu da zaten yeni sağcılığın / muhafazakâr dindarlığın alâmetifârikasıdır.

Pratikteki durum böyle olmakla birlikte, halen Osmanlı devletinin teşekkülünde yerleşik ve bu manada din ve dünya işlerinin ayrılmazlığı esasında bizzat tecrübe edilmiş güçlü bir yapının bilgi olarak orta yerde duruyor olması, yeni sağcılığa mahkûm olmaksızın, ilgili yeni arayışların ve bu bağlamda sıhhatli yönelişlerin mümkün olabileceğini göstermektedir.

Çok dinli-çok kavimli bir dünyanın yönetimine talip olması bakımından Osmanlı’ya ufuk ve istikamet kazandıran Vahdet-i Vücûd düşüncesinin, yöneten-yönetilen ilişkisinin temeli niteliğindeki “Dinin ve dünyanın yegâne sahibi Allah’tır, sultan ise zıllullahtır” anlayışı, devleti altı asır boyunca ayakta tutabildiğine göre, mevcut devletin güçlenmesinin ve bekâ probleminden uzak olarak yaşayabilmesinin yolu da yine ondan hareketle yeniden kurgulanabilir.

Bundan kastım, Vahdet-i Vücûdçuluğu, İbnü’l-Arabî’den sonraki sistemleştirilen şekliyle korumakta inat edenlerle, onu İslâm karşıtı olarak reddetme ısrarındaki yobazların konuştukları yerin fevkinde bir yere taşıyarak konuşabilmektir.

Vahdet-i Vücûd’u mezkûr bağlamda nirengi noktası olarak almamızın nedeni, hem bu tabiri aynı zamanda şeklen (üçgen) ihtiva etmesi, hem de kendisi dışındaki hatta aleyhindeki anlayışları bile bizzat içine çekme kabiliyetine sahip olması nedeniyledir. Örneğin bu bapta, Vahdet-i Şuhûdçuluk bile, tersinden okunmuş bir Vahdet-i Vücûdçuluktan ibarettir.

Vahdet-i Vücûd düşüncesinin temel ekseni, İlahî isimlerin mahiyeti ve varlığa etkisi esasında, “bir ve çok” arasındaki ilişkidir. Ancak, bu ilişkinin evvel emirde, nazarî ya da soyut bir planda ele alınışını konu edindiğimizde, asıl maksadımız olan pratiğin / tecrübe edilmiş olanı yeniden tecrübe edebilmenin dışına düşmüş oluruz.

Bu nedenle Vahdet-i Vücûd’u, Osmanlı’nın kurucu düşüncesi olması bakımından tarihsel gerçekliğiyle; sonuçta Tanrı-âlem ilişkisinde toplanan “bir ve çok”u, âlemin ilk karşılığı olarak halkta ve dolayısıyla devlet merkezli bir yöneten-yönetilen ilişkisi içinde değerlendirmemiz gerekir.