Tâlibân’ın mücahit gruplar içinde ortaya çıkışına, kuruluşuna, 1996’da Kabil’e girişine ve muhaliflerini bertaraf edemese de 2001 yılına kadar Afganistan’ı yönetmesine; ABD işgaliyle birlikte Kandahar’a çekilerek yeni bir mücadeleyi başlatmasına, işgalci ABD’nin yirmi yıl sonra yönetimi tekrar Tâlibân’a devretmesine... dair gerçekler hâlen kalın bir sis perdesi ile örtülüdür.

Merhum şehit Bahattin Yıldız’ın, Tâlibân’ın yönetimi ilk ele geçirdiği tarihten yaklaşık bir yıl önce ziyaret ettiği ve bizzat yerinde hazırlayıp Yeni Şafak’ta yayımladığı dizi yazıyı izleyerek, söz konusu sis tabakasına dair önemli -ve elan cevaplanamayan- kimi hususları nakledelim:

-Hikmetyar’ın, yüzlerinde maske olması ve dolayısıyla gerçek yüzlerinin görünmemesi; on dört yıldır süren cihatta, ne destekçi ne de karşıt olarak yer almamaları; aniden ortaya çıkıvermeleri nedeniyle Tâlibân’la anlaşmayı kabul etmediği iddia ediliyor.

-Tâlibân ise, cihat başladığından beri mücahitlerle birlikte olduğunu, ancak mücahitlerin İslami hükümeti kurmada ihtilafa düşmeleri nedeniyle kendilerinin müstakil olarak örgütlendiklerini; hiziplerle, cemaatlerle savaşmak istemedikleri halde buna mecbur bırakıldıklarını; siyaset yapmak için değil, İslami bir hükumeti kurmak için Kabil’e geldiklerini; halkın bölünmesini ve bu yüzden Batıcı bir yönetimin kurulmasını istemediklerini söylüyor.

-Tâlibân’ın, asayişin sağlanamaması nedeniyle çapulculuğun başladığı bölgelerde, hak ve hukuku müdafaa etme söylemleriyle bir karşılık bulduğu; diğer hiziplerin onlarla savaşmak istememesi üzerine Kabil’e kolayca ulaştığı; çok tecrübesiz olmasına rağmen, güvenliği sağlama amacıyla ortaya çıkması bakımından haklı görülmeyi halka, hiziplere ve devlete karşı kullanarak, Kabil’i bombalamak, silahların teslimini istemek gibi büyük yanlışlara düştükleri iletiliyor.

-Tâlibân dahil herkesin birlikten, güçlü bir İslami hükumetten söz ettiği yerde yaşananlara tabi olarak, şunu sormak zorunda kalıyor Yıldız: “Bu kadar yıkımı insanın aklı almıyor. Veya bu kadar tahribat yapan kurşunların, bombaların suyu nereden gelmişti? Kabil, şu anda iç savaşta tahrip olmuş bir ülkenin açık hava müzesiydi.”

-Yıldız, bundan çeyrek yüzyıl öncesinde Afganistan sorunun tespitini, bunların halledilmesi için içeriden ve İslam dünyasından –bugün de geçerli olan- beklentileri, Rabbânî’nin (v. 2011) dilinden şöyle naklediyor:

“Sizden insanlara, Müslümanlara şunu söylemenizi istiyorum. Kabil’in fethi mücahitlerin, mücahitlerin başarısı ve kesin zaferinden sonra çıkarılan savaş bir iç savaş değildir. Mücahitlerin kendi içerisindeki bir savaş değildir. Bütün bu yapılanlar; tuzaklar; İslam’ı, Müslümanları, mücahitleri karalamaya, İslam devletinin kuruluşunu ve istikrar bulmasını engellemeye yöneliktir. Dışarıdan planlaması yapılmış girişimlerdir. Savaşlar dışarıda planlandı, Afganistan’da uygulamaya konuldu. İslam nizamının uygulanmasından korku duyan, endişelenen ve kurulmasına muhalefet eden birkaç ülkenin müdahalesi oldu. (...)

Ne zaman ki, devlet güç bulmaya başladı, o zaman devlete karşı İslam düşmanları Tâlibân denilen bir gücü organize ettiler. Bunlar bir avuç talebeydi. (...)

(Şehit ailelerine ve savaş mağdurlarına bakabilmemiz için) imkanlarımız sınırlı. Biz Müslümanlara rica ettik. Afganistan’a gelin, şehit ailelerine ve malullere yardım edin. Afganistan’ın imarına katkıda bulunun.

Devlet olmanın, hükumet olmanın sorun ve sorumluluklarını biliyoruz. Fakat şu andaki can alıcı nokta, dış müdahalenin önünün alınmasıdır. Güvenlik içinde olursak İslami sistemi; her boyutuyla (...) tatbik edebiliriz.”

Yıldız’ın, şehit mücahitlerin hasretiyle yüklü buruk bir kalple seyrederek terk ettiği Kabil’in, o günkünden birkaç kat daha fazla tahrip edildiğini tv ekranlarına yansıtılan görüntülerden biliyoruz.

Yıldız’ın şahitliğine göre, 26 yıl önce de Müslümanların inanmadığı Tâlibân’a, bugün olsun kendilerinin mümin olduklarına dair beyanlarıyla inanmak istiyoruz.

Ancak, Afganistan’ı tarumar eden ABD, İngiltere ve bunların zorunlu maşası durumundaki Pakistan’ın hâlen saman altından yürütmeye devam ettikleri suyun miktarını bilmiyoruz.

Afganistan bizim toprağımız; halkı –itikadıyla, mezhebiyle, özlemleriyle- bizim halkımız. Kırk iki yıldır çektikleri -maalesef asıl nedenleri bugün de hâlen varlığını koruyan- zulmün bitmesini can u gönülden arzuluyoruz.

Biz de Yıldız gibi, Rabbimizin rahmetinin ancak ona layık alanlara ineceğine inanıyoruz.