90'lı yıllarda, Erbakan Hoca'nın o kalın sur duvarında açtığı mukaddes gedikten esen kahpe rüzgar fırtına borana dönüşmüş ve nice gayretkeş, fedakâr adamlar; ''cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz'' motivasyonuyla harekete geçmiş şehir şehir, köy köy, kahvehane kahvehane ''Hak Davayı'' anlatmak için yollara düşmüşlerdi.
Kime güveniyorlardı bu adamlar?
Ya da neye?
Mümkin dairesinde; ellerinde var olan hangi imkanlarla büyük bir toplumsal dönüşüme imza atacaklarını zannediyorlardı?
Siyaset ''kirli'' bir müesseseydi!
Müslümanın politik arenada ne işi vardı?
On yıllardır kendilerini yöneten apoletli, makosenli adamlara rağmen bu mümkün müydü? Yok canım hayal görüyorlardı!
Bir çiçekle bahar mı olurdu?
(...)
İkinci bin yılın sonu, 21. yüzyılın başında; din, tarih, kültür ve geleneklerine format atılmış olan Anadolu insanı ağır ağır derin uykusundan uyanmaya başlamış, hâfi zikriyle sabra bilenerek geçirdiği o zemheri soğuğun sonunda yediği ayazdan çıkıp, cehri zikre yönelerek, ayak diremeye, ''benimde söyleyecek sözüm var'' dirayetini göstermeye başlamıştı.
Bugün ''karşı mahalle'' tarafından (büyük bir çarpıtmayla ve hakikati bükerek) kendilerine (dini, her türlü çıkarları uğruna kullanmaktan geri durmayanlar) manasına "İslamcı" denilen, merhum Erbakan Hoca'nın ise o günlerde "Milli Görüş-çü-çülük-çüler" ifadesiyle kavramsallaştırdığı "samimi, dürüst, aksiyon sahibi, iddiası ve gayesi olan müslüman" tanımlamasına fikrinde ve fiilinde ihlasla sahip olan Anadolu evlatları; bu hareketin fıkhının, fikrinin ve fiilinin nasıl olması gerektiğinin güzel örneklerini sundukları o zor dönemlerde; seçkin zümre tarafından; ''yılanın başı küçükken ezilmeli'' paranoyasıyla hedefe koyulmuşlar, persona non grata (istenmeyen kişi) ilan edilmişlerdi!
O seçkinler topluluğu, hakim otoritenin tüm mevcudiyetiyle arkalarında olduğunu bildiklerinden, eşi benzeri görülmemiş bir cür'etle muhatapları olan o güçsüz, himayesiz müslümanlara karşı en üst perdeden, büyük bir kibirle, her türlü tasallutta bulunuyorlar, çok kirli bir uslüpla bu adamların şahsında milleti yani aslında bizi küçümsüyorlardı.
Kaderi İlahi'de bir çok spesifik örneği olan bu mazlumiyet ve masumiyet ise; Murad-ı İlahi'nin tecellisini cezbediyor; takvalarından, dürüstlük, fedakarlık ve samimiyetlerinden başka hiçbir şeyi olmayan bu memleket evlatlarının mensup olduğu siyasi-teolojik hareketi her geçen gün mazlum mazlum büyütüyordu.
İşte o zor günlerde, örselenmişliğin, yok sayılmışlığın, köhneleştirilmenin zirvesini yaşayan yurdum insanına; Merhum Nurettin Topçu'nun, ''Taşralı'' romanında Emine ve kocası Sefer üzerinden betimlediği yoksunluğun, yoksulluğun ve adeta bir böcek gibi ezilmişliğin zirvesi yaşatılıyor; hakim otoriteyi temsil edenler; yok saydıkları bu büyük kitleye kağıt üzerinde silik ve okunamayan bir cümle muamelesi yaparak, bir urganın ucunda yok olmasından dem vuruyorlardı!
Yaparlar mıydı?
Yaparlardı! Yapmışlardı da!

''Taşralı'' romanındaki Emine'nin bu (kabul edilmiş) mutlak mağlubiyet ve teslim oluşuna itiraz eden bir avuç kahramanla, ''burdayız'' tavrı sergileyen o günün samimi kadroları ise, üzerlerine örülen duvarları ellerindeki tek güçlü balyoz olan mazlumiyet ve haklı olmak olgusu üzerinden tuğla tuğla yıkıyor, inadına; ellerinden (ç)alınan memleketlerine daha da önemlisi mukaddesatlarına tutunuyorlar ve seslerini yükseltiyorlardı.
Ebu Zer hazretleri gibi, linç edileceklerini bile bile kendilerini meydana atanlar, şehir şehir, kürsü kürsü, kahvehane kahvehane dolaşarak; ''Ey bu necip milletin aziz evlatları ayağa kalkın! Bu gidiş gidiş değil! Fe eyne Tezhebûn -Nereye Gidiyorsunuz?'' diye sesleniyorlardı.
İşte o zamanlarda ''İslami Hareketin Anadolu Karargahı'' siyasi mecradan bulduğu imkanla neş-ü neva buluyor, filizleniyor, boy veriyordu.
O günlerde başı dik bir şekilde ''itirazım var'' diyenlere itibar suikastleri yapıyorlar, güçlü olmanın verdiği REHAvetle, ''köyün MUHTARı biziz ayağınızı denk alın'' diyenler SHOWlarına şov katıp, yalanlar ve iftiralarla, kesip kesip kuşa döndürdükleri montajlı kasetlere adeta kanat taktırıp bir tv kanalından diğer tv kanalına havalarda uçuruyorlardı. Malum zümrenin ortaya koyduğu tek savunma argümanı ise ''Laikliğin, Atatürkçülüğün elden gidiyor'' olmasıydı.
O saldırılar yapıldıkça ve vatandaş saldırılanların ''ne dediklerine de'' bakınca ortaya iki gerçek çıkıyordu: Saldırılanlar masum ve mazlumdu! Saldıranlar haşin, kaba, sert, acımasız, küstahça bir tavır içerisindeydiler ve bu topraklarda yaşanan fakirliğin, adaletsizliğin ve neredeyse her türlü melanetin müsebbipleriydi! Herşeye tahammülü olan bu milletin yok sayılmaya ve aşağılanmaya artık tahammülü kalmamıştı.
Bir şeyler oluyor ve siyasi arenadaki bu yeni ekol seçmeni konsolide ediyor, kimlerin Demokrat, Laikçi, Solcu, Atatürkçü, Milliyetçi, Ülkücü, Liberal, Devletçi, Ulusalcı vs yelpazede, nerede durduğunu ayân ediyordu. Bu kompartımanlaşmaya rağmen Merhum Erbakan Hoca ise; bugün bizlerin çok daha net olarak gördüğü bir hakikati o gün şöyle dillendiriyordu: ''Türkiye'de mevcut siyasi partileri birbirinden farklı zannetmeyin! ANAP'ı, DYP'si, CHP'si hepisi bir, hepisi aynı! Türkiye'de iki parti var! Birisi Refah Partisi yani Milli Görüş, ikincisi ise diğerleri! Diğer tüm partiler! Onların hepisi bir! Biz, bir!''
(...)
Kıymetli okuyucu, ehli biliyor ki süreç çok önce başladı ve ivme kazanarak devam ediyor!
Bir asırdır süre gelen ve her iktidara gelenin iddia ettiği; ''devletin sahibi benim'' paranoyası, yeni yörüngesine konuşlanmak üzere!
CHP ve temsil ettiği ideolojik kanat dağıldı, öyle atomize oldular ki mevcudiyetlerini dayandırdıkları temel ilke ve inkılaplar onların hiçbir yarasına melhem olmuyor. Militarist ve militanist kemalizm, laikçilik ve Atatürkçülük sadra şifa değil artık. Olamaz!
Bir yanda Kılıçdaroğlu, bir yanda İmamoğlu, Özel ve Derin CHP! Sol ideoloji bizzat lider kadrolarının eliyle tasfiye ediliyor-ettiriliyor.
Yeni bir süreç başlıyor!
Sadece CHP'nin temsil ettiği siyasi-ideolojik ekol mü?
Hayır! Milliyetçi-Ülkücü ekolde sarsılıyor!
Atomize oldular ve mevcudiyetlerini dayandırdıkları tüm saikleri kendi elleriyle zayıflattılar.
Sinan Ateş'e sık(tır)ılan kurşunlar ülkücü hareketin tam da kalbine isabet etti ve bu hareket, vurulup düştüğü yerde öylece hareketsiz bir şekilde yatıyor. Devlet bey eliyle Millet İttifakı'na truva atı olarak dahil edilen Meral Hanım oradaki mevcut bileşenlerin tamamını felç edip görevini tamamlarken, bir takım milliyetçi kadroların ''ordan oraya savrulabilineceğinide'' göstermiş oldu.
Bu tasfiye yine ülkücü hareketin lider kadroları eliyle gerçekleşti.
DEM heyetinin Meclis'te MHP'yi ziyaretinde sözü alan eş genel başkanlarından Tülay Hatimoğulları'nın MHP Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın'ın öne eğilmiş bakışları arasında; ''Sayın Öcalan'' ifadesini kullanması MHP açısından zamanın durduğu ana, hâtimeye dönüşmüş, (DEM adına) ise ideolojik varoluşlarının nirivanasına, varolmanın dayanılmaz hafifliğine tekabül etmişti!
Halbuki gerçek çok daha farklı! Yarın Kavala ile birlikte  Selahaddin Demirtaş'ın serbest bırakılacağı ve siyasi arenada çok yakın bir zamanda rüzgar gibi eseceği yaklaşımlarını es geçmeden bilinmeli ki; Türkiye'nin daha da Türkiyelileşerek yeni bir aşamaya taşınacağının işaretleri çoktan yön levhaları olarak siyasi arenaya yerleştirildi. DEM'de bu anlamda son demlerini yaşamakta!
Devlet bey; sağlığı el verseydide klasik arabasına binip kehribar tespihi eline alıp, araç teybine çok sevdiği Ferdi Baba'nın kasedini sürme imkanı bulsaydı;
''Hani en sevdiğini kaybettiğinde
İçin yanar yanar yanar yanar ya
Ben de seni kaybettim ağlarım şimdi
İçim yanar yanar yanar yanar yanar...'' şarkısını dinlermiydi bilemem ama yarının Türkiye'sinde ideolojik, agresif solun olmayacağı gibi, ideolojik, agresif Milliyetçiliğinde olmayacağı bir gerçek! Aynı, ideolojik Kürt Milliyetçiliğinin de olmayacağı gibi. Neden mi?
Türkiye'nin (halihazırda) tek siyasi (merkez-kaç) fenomeni, (iten ve çeken irade olan) Erdoğan'ın, kendinden sonrasına Anayasa'sını değiştirmiş, ayartıcı, çatışma dili ve agresif siyaset kültürünü terketmiş, ideolojik kırılmalardan etkilenmeyecek bir Türkiye'yi oluşturma ve her iktidara gelenin; ''devletin sahibi benim'' cüretini gösteremeyeceği yeni Türkiye'yi sistemize etme çabası ve küresel güç merkezlerinin de bu sürece (kendi çıkarları gereği), (Erdoğan'lı Türkiye'ye mecbur olmaları) nedeniyle (sükut ikrardandır) perpektifinden baktığımızda görüyoruz ki; Ulusal kanatta dağıldı çünkü! Onlar da son zamanlarda dar bir alana sıkıştırılmışlar var ile yok arasında kalmışlardı zaten.
Temsil yeteneğini Ergenekon Davaları süresince zayıflattılar.
Düştüler ve düşene de vurdular! Geriye mütemadiyen yaş hadleri nedeniyle toplumda gördükleri ''acınma''ları kaldı.
Tüm bu temel (siyasi-ideolojik) etkin merkezler varlık amaçlarının sonuna doğru gelirken peki ya Erdoğan'ın temsil ettiği siyasi-ideolojik gelenek?
Yakın ve uzak geçmişe baktığınızda göreceksiniz ki bir davayı, o davanın lideri-imamı-kurmay kadrosu bitirir!
Bu hep böyledir! Böyle olmuştur ve olacaktır!
Siyasetin mevcut merkez-kaç dengesi, Arifânla birlikte; bize dar gelen bu gömleği yırtmak zorunda!
Ve en son şimdi (karşı mahallenin tanımlama biçimiyle) ''İslamcı'' kanatta atomize ediliyor!
Ve ''İslamcılar'' dahil herkes; geleceğe dair, Fatih Sultan Mehmetvâri (Doğu Roma devlet tecrübesi-Türk kadim devlet geleneği ve İslam devlet geleneğinin cem edildiği) ''küreselleşmiş'' bir devlet kurmanın (siz bunun adına ister Yeni Türkiye deyin, ister Yeni Osmanlıcılık deyin, ister Merkez ülke Türkiye ve ister Türkiyelilik deyin! Ne derseniz deyin) sonuç ve sorumluluklarına, katlanmak zorunda kalacak!
Geleceğin Türkiyesinde eski olan ve baş ağrıtan ne varsa yer bulamayacak!
''İslamcılar'' açısından; o kıyasıya eleştirdikleri, ''köşe başlarını tuttular'' dedikleri, ''hasbileri tasfiye ettiler her yere hesabiler doldu'' dedikleriyle, düştükleri çelişkiler arasında bir sınır kalmadı. Çünkü onlarla mücadele etme cesaretini gösteremediler!
Halbuki nice samimi ''İslamcılar'' bu hesabiler yüzünden (dini, her türlü çıkarları uğruna kullanmaktan geri durmayanlar) manasına ''İSLAMCI'' ilan edilmişler ve yaftalanmışlardı!
Bu hareketin tabanı olan bir çok tarikat ise maalesef herşeyi eline yüzüne bulaştırdı!
Neredeyse (bir kaç istisna) tamamına yakınının güvenirlikleri ve itibarları kalmadı.
Oturdukları postların ve başlarında taşıdıkları o mübarek beyaz sarığın çok çabuk leke gösterir olduğunu unuttular.
Her bir sufist ekol kendi içinde hesaplaşma içerisinde, paylaşım kavgası aleni, dünyaya ait iddiaları ve cedelleşmeleri (bir hırka bir lokma) metaforunu ortadan kaldırdı! İhramdayken bir terlik yüzünden kavga eden Arafat'taki hacı pozisyonundalar!
Olmadı! Yakışmadı! Başaramadılar!
Dernekler ve vakıfların yine bir çoğu aparata dönüştü.
Uyarı görevlerinden çok ''Padişahım çok yaşa'' diye seslendiler.
Hiç biri bir çerağ yakmadı!
Olmadı! Yakışmadı! Başaramadılar!
Ve sözü etkili olan ağır abilerden bir ikisi hariç geriye kalanlar hep aşağı (tabana) seslendiler, yukarıya (kurmay kadroya) seslenip uyarı vazifesini yapmaktan kaçındılar!
Olmadı! Yakışmadı! Başaramadılar!
(...)
Bu Alemlerin Rabb'inin sünnetullahıdır! Merhametindendir ve işin sonunda göreceksiniz ki hayırdır!
Gazze üzerinden Ümmet nasıl elekten geçirildi, sadıklar ve hainler ayân oldu ise bize de (Kızılelma-fetih) yoluna düşmeden önce, içeride bir Ankara Savaşı lazımdı (1402 Ankara Savaşı'nda Osmanlı ordusundaki hesabiler nedeniyle Timur karşısında mağlup olmuştuk! Sultan esir edilmişti! 11 yıl süren fetret döneminde Arifân ve Çelebi Mehmet ''devlet içindeki klikleri, hesabileri temizlemiş'' tertemiz kadrolarla çok değil 51 yıl sonra Fatih, Kızılelma Doğu Roma'yı yıkmış, İstanbul'u fethetmişti! Galip Timur ve Hanedanlığı ise yok olmanın eşiğine gelmişti)
Merkez-kaç olan, etrafına o topladığı hesabileri vakti geldiğinde uçurumdan aşağı nasıl atacak ömrümüz olursa göreceğiz.
İşte o zaman; dün olduğu gibi, surda açılan o mukaddes gedikten gelen (masum-mazlum-itibarlı-erdemli-ahlaklı-onurlu-izzzetli, takvasından başka bir şeyi olmayan) memleket evlatlarından oluşan tertemiz kadrolar (dün hangi ideolojik ekole kendisini nispet etmişse etsinler) hazır olsunlar!
Dün ve hep, nasıl ki; Kaderi İlahi'de bir çok spesifik örneği olan mazlumiyet ve masumiyet, Murad-ı İlahi'nin tecellisini cezbetti ise ve takvalarından, dürüstlük, fedakarlık ve samimiyetlerinden başka hiçbir şeyi olmayanlar her geçen gün mazlum mazlum büyütüldüyse, yarında böyle olacak! Biz, yeter ki bu tecelliye maruz olacak ahlak ve tavırda olalım. Hiç olmadığı kadar dikkatli ve rikkatli olalım!
Kimin mazlum ve masum kalabildiğine dikkat edelim!
Şahıslara değil, sebeplere değil; Mutlak Galip olan Allah'a dayanıp, sa'ye sarılıp, hikmete râm olalım!
O bir şeye ''Ol'' der ve o, olma sürecine girer.
Sonuçtan değil, süreçten sorumluyuz!
Hermon Dağı eteklerinde üniformasız Mehmetçik, Siyonistlere vurduktan sonra Kızılelma'mız var! Çok uzak sanmayın, Litani Nehri'nden Kudüs-ü Şerif, bir kuş uçumu ve bir ok atımı mesafede olacak...

‘’Neyse ki yarın var. Umutların en sevdiği gün”

(Hamd eder ve ismiyle başlarım ki O; Son Ahit Kur'an'ı indiren, iki kıblenin, üç mescidin ve Alemlerin Rabb'i Kuddüs olan Allah'tır cc!
Salât ve Selam; iki kıblenin ve üç mescidin İmamı, Son Fıtrat, Nebiyy'unel Mücahid'uş Şehid Muhammed Mustafa'ya...
O'nun; kanından, canından ve yolundan gelenlere olsun...
Yüzünüzden tebessüm, dilinizden; mazlumlar için dua, zalimler ve işbirlikçiler için ise; beddua hiç eksik olmasın!)
Ma'asselâm...

Bülent Deniz
Habervakti.com Genel Koord.
Filistin'e girişi yasaklı Kudüs Mihmandarı/Rehberi
insta: @bulentsea
X: @bulentdenizim
www.bulentdeniz.com