“Siz meseleyi Suriye mi sanıyorsunuz? Suriye’yi istemelerinin tek bir nedeni vardır. O da Türkiye’yi işgal etmek için zemin hazırlamaktır. Eğer bir gün mesele Suriye olursa bilin ki hedef Türkiye’dir. Bu söylediklerimi bir gün anlayacaksınız.” Prof. Dr. Necmettin Erbakan
Cumhurbaşkanı yeni bir şey söylemedi. Sadece mâlûmu îlâm etti. Bazılarımızın hurda teferruatına kadar bilip telaffuz etmekten çekinmediği, çoğunluğunsa ya bilmediği ya da bilse dahi görmezden gelip bastırarak iç dünyasının derinliklerine ittiği bir hakikati üst perdeden ifşâ etti. Ne yazık ki tarafgir zihinler bunu, onun millî görüş günlerinden kalma bir takıntısı olarak görüyor. Mal bulmuş mağribi gibi de eleştiriyor. Kendisi ise bundan dolayı ne eleştirilebilir ne de muâheze olunur. Zîrâ bir devlet başkanının aslî görevlerinden biri de sorumluluğunu taşıdığı topluma yaklaşmakta olan tehlikeyi işâret etmek ve hakikî düşmanını göstermektir.
Anlaşılır iş değil! Cumhurbaşkanının kapıya kadar gelen tehlikeye vurgu yapması, milleti uyandırıp bilgilendirmesi maalesef bazı çatlak seslerin çıkmasına sebep oldu. Ayrılıkçı hareketin mümessili bir milletvekili cumhurbaşkanını kast ederek “Eğer bunu söyleyen benim öğrencim olsaydı, sınavdan geçer not alamazdı.” diyecek kadar bayağılaştı. Bu, bir hedef saptırmadır, ustaca ve kurnazca tehlikenin üzerini örtmektir. Dikkatleri oradan uzak tutmaya çalışmaktır.
Abdülhamit’ten bu yana hiçbir devlet adamımız bugünkü cumhurbaşkanımız kadar aralıksız olarak icranın başında bulunmadı. Bu kadar uzun bir süre fâsılasız olarak devletin mahreminde yaşamadı. Eğer bir şey söylüyorsa bu, yalnızca bizim gördüğümüzü onun da görüyor olmasından değildir. Bizim göremediklerimiz ve dahi duyamadıklarımızı da hem görüyor hem de duyuyor olmasındandır. O yüzden de yapılan açıklamayı ciddiye almak zorundayız.
Son günlerde yaşadığımız hâdiselerin basamak taşı olan Ortadoğu’nun işgal süreci 1990 senesinin Ağustos ayında Irak’ın Kuveyt’e saldırması ve akabinde de ABD öncülüğündeki Batı ittifakının mes’eleye el koymasıyla birlikte başladı. O günlerde büyük resmi bu kadar net okuyamıyorduk. Irak’ta yaşananlar, 32 ilâ 36. paralel arasında kalan sahanın uçuşa yasak bölge ilân edilmesi, Kaddafi’nin öldürülmesi, Mursi’nin devrilmesi, PKK, YPG ve türevlerinin ABD’nin öncülüğünde üzerimize çullanması ve Suriye’nin kaosa teslim edilmesiyle birlikte milyonların mülteci durumuna düşürülmesi ve takip eden daha bir yığın gelişme o resmi netleştirdi. Kısacası Saddam’ın Kuveyt’i işgale zorlanması ve ardından da ABD’nin körfeze müdâhalesi bugünler için atılmış ilk adımdı.
Gazze’de yaşanan katliam ve son günlerde İsrail’in Hizbullah’ı bahane ederek Lübnan’a yönelik orantısız güç kullanımı ise artık hedefin biz olduğunu ve büyük hesaplaşmanın er ya da geç bizimle olacağını gösteriyor. Bunu görmemek için ya fazla iyimser ya da su katılmamış bir ahmak olmak lazım. Bir ihtimal daha var ki, onu söylemeye dilim varmıyor.
Haçlı sürülerinin Saddam’ın Kuveyt’i işgalini bahane ederek Körfez’e çullandığı günden itibaren nihâî hedefin Türkiye olduğunu dönemin cumhurbaşkanı Turgut Özal bilmiyor muydu sanki. Hiç şüphesiz Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit gibi siyasiler de işin başından beri bu hakikate vakıftı. Hepsi bunun Irak ile Kuveyt arasındaki bir sınır ihtilâfından ibâret olmadığını biliyordu.
Fakat riya devrinin politik figürleri olan bu şahıslar bilseler de söyleyemezlerdi. Bilmezden gelmeye, bilmiyormuş gibi yapmaya mecburlardı. Bazı beyânatları ise zaman zaman iç âlemlerinde bu gerçekle yüzleşip sınırları zorladıklarını gösteriyor. Süleyman Demirel’in cumhurbaşkanı iken söylediği şu sözler mızrağın çuvala sığmadığının işâretidir:
“Bunların (Batı’nın) istediğini ben biliyorum. Sevr’i istiyorlar. Fırat’ın ötesini istiyorlar. Ne yapsak Batı’yı tatmin edemeyiz. Biz Osmanlı bakiyesiyiz. Osmanlı’dan yirmi beş devlet çıkmış. İki devlet çıkamamış. Kürt devleti ve Ermeni devleti. Şimdi adam ne diyor? Uzat kolunu… Ne yapacaksın? Keseceğim. Kolumuzu kestirmeyiz.” (*)
Yukarıdaki sözler, barajın taşması, tahammül sınırlarının zorlanmasıdır. Gerçeklerle yüzleşmenin neticesinde ortaya çıkan bir vicdan infialidir. Ama ne yazık ki gerek Demirel ve de gerekse diğer siyasiler onunla ancak bıçak kemiğe dayanınca yüzleşmiştir. Devamını da getirememişlerdir. Ve de çok geçmeden yeniden sessizliğe gömülmüşlerdir. Bulundukları makam ve devrin şartları da bunu onlara dikte etmiştir.
Yalnızca Necmettin Erbakan yıllar öncesinden bu hakikati hiç yüksünmeden her platformda ifade etti. Kendisiyle dalga geçilmesine, sürekli aşağılanıp hor görülmesine rağmen bu konuda taviz vermedi ve de asla geri adım atmadı. İnandığını söylemekten çekinmedi. Böylelikle kendisine gönül veren kitlenin zihnine ufukta görünen bir tehdit olarak Yahudinin arz-ı mev’ûd fikrini yerleştirdi.
Artık riya devri kapanmıştır. Bilip de bilmezden gelme devri sona ermiştir. Bundan böyle soğuk savaş döneminden kalma reflekslerle hareket edemeyiz. Çünkü kralın çıplak olduğunu söylemesek de kral çıplaktır. Görünen köyün kılavuz istemediği ise açıktır.
Bu tür eleştirilerin üzerindeki örtü kaldırılırsa, altındaki gücün ülkemizdeki gizli Yahudi lobisi olduğu görülür. Hakikati ters yüz etme gayretlerinin arkasındaki niyetin de ne olduğu hemen anlaşılır.
Burnumuzun dibinde yaşananlar, birkaç komşu devlet arasında cereyan eden basit birer sınır çatışması değildir. Bizim de bir parçası olduğumuz coğrafya, birinci ligde oynayan devletlerin top koşturduğu ve küresel menfaatlerin söz konusu olduğu büyük bir hesaplaşmanın yaşandığı yerdir. İşte bizler bugün, öylesine bir kıyametin ortasındayız.
Yaklaşık bir yıl önce, bir dönem Cumhurbaşkanının yakın çalışma arkadaşı olan Cüneyt Zapsu’nun Malatyalı İşadamları Derneği’nde yaptığı bir konuşmada sarf ettiği şu sözler, Erdoğan’ın yıllar öncesinden tehlikenin farkında olup ne kadar öngörülü, müdebbir ve kararlı olduğunu gösteriyor:
“Ben Sayın Cumhurbaşkanımız ile beraber çok yakın çalıştım. İlk başlarda hele neredeyse günde 18-19 saat. O sıralar anlaşamadığım bir tane önemli husus vardı. 2000’li yılların başları işte. Ben diyordum ki parayı savunma sanayiine değil, şuralara yatıralım. Haklı çıktı. Hem de öyle haklı çıktı ki. Bunu da açıkça söyleyeyim. Ben bu kadar böyle anti-militarist, globalist bir adamım, haklı çıktı. Çünkü bizim şu anda savunma sanayimiz bu durumda. O zamanlar yatırımlar başladı. Rahmetli babam da söylerdi; ya baba komplo teorileri bunlar, diye düşünüyordum. Babamdan özür dilerim. Öyle değil paramparça ederlerdi. Lübnan, Suriye, Irak, Libya bir de Türkiye derdi, olur biterdi.“
Şu sözler, muhasebesini yapmış, eksiğini görmüş ve yıllar sonra da olsa bunu söylemekten imtinâ etmeyen, sürecin ve hâdisâtın birinci dereceden şâhidi bir aydının itiraflarıdır.
Son yirmi yılda atılan adımlar bugün meyvesini veriyor. Savunma sanayinde yaptığımız dev atılımlar sayesinde çıkacak bir savaşa karşı askerî açıdan hazırlıklıyız. En az onun kadar zor olansa böyle bir hesaplaşmaya zihnen de hazırlıklı olmaktır. Temenni etmesek de bir gün onunla yüzleşebiliriz. Mevcut gelişmelerse bize artık onun bir hayli yakınımızda olduğunu gösteriyor.
Eğitim sisteminin daha ilk aşamasında nesillerinin zihnine İslâm düşmanlığını yerleştirip rûhlarını kirleten ve Mescid-i Aksâ’nın yıkılarak yerine tapınağın inşâ edileceği fikrini aşılayan bir zihniyetinse Nil ile Fırat arasının kendisine vaat edildiği iddiasından uzak olduğunu düşünmek yalnızca ham bir hayaldir.
Basit gibi görünse de cumhurbaşkanının açıklamalarını bu çerçevede okumak ve de hiç vakit kaybetmeden sınırlarımız dâhilinde ortaya çıkması muhtemel tehdit ve tehlikelere karşı devlet ve millet olarak hazırlık yapmak zorundayız. Ve tabiî en başta da zihnen kendimizi buna hazırlamakla mükellefiz.
(*) Milliyet Gazetesi, 2 Mayıs 1995 Salı.