Bu zamanda çocuk olmak istemezdim.
Dört bir taraftan kuşatılmış… Duvarlar arasında… Hapis hayatına, her geçen gün daha da evrilen bir eğitim döngüsünde… Şevksiz, zevksiz… Ekran tasallutuna açık… Boncuk gözleri bedeninden daha yaşlı… Ruhu… Teşekkül edemeden… Şuurun izinden gidemeden… Ayartıların martılardan daha fazla uçuştuğu bir semanın altında… Fanusa kapatılmışçasına… Kalabalıkların içinde lakin yapayalnız… Koparılmış bağların faturasını ödemek zorunda bırakılmanın biçareliği… Farkında olmadan ama bir şeylerin olması gerektiği gibi akmadığından tedirgin… Çok defa hırçın… Fıtraten munis geçmesi lazım gelen zamanların, hoyratça ziyan yokuşundan bir bilye gibi yuvarlanışı… Biyolojik aidiyet derekesine kadar düşmüş bir ilişkiler yumağı… Hodbinliğin kıyasıya ezdiği gönülcüklerinde… İşgalci hüviyetiyle, malayani ve koparıcı cereyanlara dur diyecek kalkanların gün be gün aşınması… Elden kayıp giden hazineler… 
Bu zamanda çocuk olmak istemezdim.
Çünkü bu devranın içinde çocuk olmaya zaman kalmazdı ki! Ezberletilmiş bir çaresizliğin tarafı olmak haline getirilmiş bir çocukluk kurgusuna mecburiyet… Soyut bir tahakkümün yoğurduğu fakat manevi gereklerin buharlaştırıldığı bir iklimde, tomurcuk olup patlasan, çiçek açsan ne olacak ki? Üstad Necip Fazıl, “Hayatı müsvedde yaşamayın, temize çekmeye vaktiniz olmayabilir. Tomurcuk derdinde olmayan ağaç odundur!” derken tam da bunu kastetmiş... Çocuklarımız… Fidanlarımız… Meyveye duracak dallarını ellerimizle körelttiğimiz… Gayet bilimsel metotlarla… Kalıp kalıp… Betonlaştırdığımız… Şehirlerimiz ve çocuklarımız ne kadar da benzeşiyor. Yine Üstad, Zindandan Mehmet’e Mektup şiirinde bütün çocukları muhatap kılan bir nidayla “Sen bir devsin yükü ağırdır devin!” diyerek haykırırken… Cüceleştirmekte pek de mahir olduğumuzu nasıl ıskalayabiliriz? Cüceleştirdiğimiz evlatlarımızın ahvalini tespit için, otobüste, metroda veya durakta… Yahut kaldırımda yürürken rastladığınız öğrencilerin konuşma dilini mercek altına alıverin… Kız-erkek fark etmeksizin… O kadar nobran, o kadar argo, o kadar küfür dolu bir lisan ki kullanılan… Kazara ikaz etseniz onlar için normal olana aksi duruşunuz sebebiyle anormal(?) kabul edilerek alay konusu bile olabilirsiniz. Ruhlardaki çoraklaşma, karakter hamurunda cüceleşme temayülü arttıkça… Dile vuran bir sefaletle karşı karşıyayız. Tutulup kalmış bakışlarımızın arasından kayıp gidiyorlar… Göz göre göre… 
Bu zamanda çocuk olmak istemezdim!
Etrafımdaki herkesin ve her şeyin kıyasıya koşturup duruşu… Meşguliyet denilen birinin esir ettiği insanları anlamak zorunda kalmak… Sürekli bir yarış atı gibi… Hep bir şeyleri başarmak zorunluluğunun küçücük omuzlara bilerek ya da bilmeyerek yüklenilmesi… Yaradılışın kolaylık üzerine bina edilmesine rağmen haddinden fazla karmaşık… Çetrefillerden mürekkep bir dengeler (?) tiyatrosuna zoraki seyirci olmak… Büyüklerin (hayrı şerden ağır basıyor ise ne mutlu) tavır ve davranışlarıyla bilmeden koşullanmak… Ezbere tutumların üzerine bir elbise misali giydirilmesi… Varlığının farkına varması için üzerine titrenmesi gerekirken eşyalaştırılan çocukluk…
Velhasıl…
Bu zamanda çocuk olmak istemezdim…

Ama… Bu zamanda çocuk olmak varmış dedirtecek doğru ve güzel işleri yapanlardan olmayı ve/veya yapanlardan olanlarla olmayı… Hiç olmazsa manzaraya bakıp tenkid cümlesi kuramayacak bir halde olmayı arzulardım.
Sözün özü… Maarif davası… Ötesi beyhude!
Sömürgeci Batılıların soykırıma uğrattığı, Amerika kıtasının eski sahip ve sakinlerinden Mohawk kabilesine ait olduğu belirtilen şu özlü söz ne kadar da manidar: “Unutmayın çocuklarınız sizin değildir. Onu Yaratıcı'dan ödünç aldınız.”

Allah’ın bizlere nasip ettiği en güzel emaneti… 

Peki biz… ,
Emin miyiz?