Yahya Kemal Beyatlı'nın 1922'de yazdığı "Ezansız Semtler" yazısının üzerinden 100 yıl geçmiş… O günlerde üstadın temas ettiği nokta maalesef geçerliliğini, üzerine farklı sıkıntılar ilave olarak korumakta… Çok şükür ezansız semtlerimiz yok artık… Yaşadığımız zorluklar, maddi ve manevi darboğazlar sebebiyle “izansız semtler” sahibi olmaya başladık. Meğer aziz milletimiz içinden neler neler zuhur edebiliyor imiş!

Ekonomik sarsıntıları derinden hissettiğimiz bu süreçte, yaşanan gerçeklerle bağdaşmayan bir vicdansızlık ve izansızlık kuşattı ufkumuzu… Ticaret hayatından başlayıp, şahsi ilişkilere kadar uzanan bir vicdan problemimiz var. 

Geçenlerde bir dostum şahit olduğu bir konuşmayı aktardı. İki dükkân sahibi konuşuyor. Biri diğerine, tezgâhındaki ürünün fiyatının geçen hafta 60 TL iken 70 TL olmasının sebebini “Yine mi zam geldi buna?” diyerek soruyor. El cevap… “Yooo…” “Niçin arttırdın peki?” diye soruyor saf saf öbür esnaf… Bu sefer ki cevap hakikaten izansız… “Gidiyor abi!” diyebiliyor diğeri… Sanırım bu küçük anekdot neyle karşı karşıya olduğumuzu daha iyi kavramamıza vesile olacak nitelikte…
Laf lafı açar kabilinden bir başka anekdotu da zikretmeliyim… Bir tanıdığım daha orta-alt ekonomik seviyenin ikamet ettiği bir semtin sakini… İşi ise yükselen semtler(?) sınıfında, yeni yerli ve milli burjuvanın(?) kümelendiği, ekonomik anlamda kalbur üstü bilimum yabancı menşeli misafirin(?) ikamet ettiği bir semtte… Öğle yemeğinin yanına birkaç domates almak için markete giriyor. Kendi semtindeki domates fiyatıyla gördüğü arasında yutkunmaya vesile olacak bir farka istinaden marketçiye sorarak izahını istiyor. Aldığı cevap ise yine ibretlik… Adam marketin hemen karşısındaki bir siteyi göstererek “Şu daireler 6-7 milyondan başlıyor. Ben niye ucuza satayım ki? O şartlara sahip adamlara dokunmaz” diyebiliyor. 

Sözün özü herkes birbirinin fahiş fiyatlama refleksine bakıp “çak gitsin!” moduna geçmiş vaziyette… Burada izansızlık yok ise, olan nedir aceb? Olmakta olanlar en çok ihtiyacımızın olduğu süreçte milli ve/veya toplumsal birliğimizi derinden zedelemekte… Ve bunu kendi ellerimizle yapıyoruz ne yazık ki… İşin tuhafı… Herkesin haklı çıktığı bir düzlemde dönüyor her şey… Kimin umurundaki? Yırtılan tüfekçi Bekir’in yakası demiş eskiler… O misal…

Fırsatçılık genimizin var olduğunu acılı gülüşler içinde tespit ediyor olmak hiç kolay değil… Nalıncı keseri misali sürekli kendine yontma noktasında destanlar yazan bir kitlemiz(?) var. İyi de… Nereye kadar… Hani iktisat bilimi(?) arz-talep tahterevallisi ile çalışırdı. Peki, arz kanadının fırsatçılığı, talep kanadının sabrını taşırırsa ne olacak? Hoş bu kafayla giderlerse zaten talep olsa bile insanlar al(a)mama noktasına gelecek… Evet… Fırsatçılık şarabını kafaya dikenler bu aymazlıktan dönmezler ise… Bindikleri dalı kestiklerinden… Bir gün ansızın kafa üstü çakılacaklar korkarım.

Biz ne ara bu kadar acımasız, fırsatçı, izansız olduk? Demeyeceğim zira göstere göstere gelen bir tren şu an üzerimizden geçiyor. Kopan ve kırılan yanlarımız için üzülecek yüzümüz de yok! Ataların sözüyle bağlayacak olursak ne demişler, “kork Allah’tan korkmayandan!” 

Bir zamanlar bu topraklarda “El kârda gönül yârda” diyenlerin hükmü geçerdi. Âh yaşanası eski zamanlar… Rabbim dünümüzü aratmayacak yarınlara kavuştursun bizi… Yoksa… Yandı gülüm keten helva!