İnsan, kendi kendisine yetebilen bir varlık mıdır? Cehennemden daha cehennem bir bilinçaltının oyunlarından kaçmak isterken kaygılarına, daha da ötesi korkularına köle olan bir varlıktır. Kutsal kitaplarla kutsanmasaydı, insandan daha zalim kim olabilirdi yeryüzünde? Hz. Adem yaratılırken, melekler ne kadar yerinde bir soru sormuşlar; “Orada kan dökecek ve fitne çıkaracak birini mi yaratacaksın?” İnsan, kan dökücüdür, fitnecidir, düzen bozucudur, bencildir, nankördür, asidir, sadisttir, mazoşisttir; yani efendi ve köle boyutunda bir hayatın içinde, bıkmadan usanmadan debelenir durur. Bilinçdışı korkulara esir olmuşsak, psikolojik panzehir olarak sapkın ve sapık fantezilerin kurucusu olarak, oyun içinde oyun; ama bu oyunlardan asla kurtulamayan kurbanlar oluruz.

Kutsal bir ses seslenir içimizin derinliklerine ve can evimizden uyarır bizleri:

“Asra yemin olsun ki, insan mutlaka ziyandadır. Ancak iman edenler, salih amel (iyi işler) işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.”

Kendi psikolojisindeki bunalımlarını kendisi düzeltemeyen insanın, kalbi de, imanı da kuvvetli olamaz.

Psikolojimizi sağlamlaştırmak bizim görevimizdir, dinin görevi değil. Din temiz insanları, temizlenmişleri ve arınmışları çağırır. Kirli ruhlar, dini kendi kirli emelleri için nafile bir çaba ile kirletmeye kalkarlar. Oysaki din temizdir; içinde kir tutmaz.

Dindarlar, kadın ve cinsellik konusunda sağlıklı çözümler üretmedikçe, içlerindeki kirden; yani fitne ve fücurdan kurtulamayacaktır. İslam’da kadın ve cinsellik sorunlarının bile isteye üstünü örtmek ve köklü çözümler üretmemek, sorunu çözmediğinden; din de bu konuda sekteye uğramakta, Ateistlerin, Hıristiyanların, Yahudilerin asılsız iftira ve karalamalarına maruz kalmaktadır. Günümüz gençliğinin ömrü internet dünyasında geçmektedir. İnternet demek, cinsellik demektir aslında. Gençler, sanal dünyada bilinçsiz bir şekilde gezinirken farkında olmadan cinsel sapmalara yönlendirilmektedir. Tevrat ve Kitab-ı Mukaddes’te yer alan ayetlerdeki cinsel kurallar artık yerle bir edilmiştir.

Dinler cahil ya da cahiliye dönemlerinde yaşayan insanlara değil, sapık ve sapkın toplumlara inmişlerdir.

“...Mekkeli Müslümanların, kadınlarıyla cinsel ilişkide bulunurlarken, onları çırılçıplak soyup, farklı pozisyonlarda farklı çeşni ve fanteziler yaşama gibi tam bir serbestlik esasına dayanan cinsellik geleneklerini, Medine’ye hicret ettikten sonra da aynen devam ettirmek istemeleri üzerine, gerek (Yahudi kültüründen etkilenen) Medineli Müslüman kadınların, gerek Yahudilerin bu tip bir cinsellik anlayışını hoş karşılamamaları söz konusu olmuştur.

İbn Abbâs’tan gelen bir rivayete göre Hz. Ömer, Hz. Peygamber’e gelip: “Ben mahvoldum ey Allah’ın Elçisi!” demiş, Hz. Peygamber: “Seni mahveden nedir?” diye sorunca, Ömer: “Bu gece yolumu değiştirdim” demiş. Hz. Peygamber ona herhangi bir cevap vermeyip, nihayet “Kadınlarınız ekeneğinizdir..” ayeti vahyolunmuştur ki, ayetin manası: “İster önden, ister arkadan (köpek pozisyonunda) yaklaş, (fakat) anüsten ve hayız halinden sakın!” şeklindedir.

Hz. Ömer’in bu “yolumu değiştirdim” sözü, “arkadan öne (köpek pozisyonu)” diye adlandırılan ilişki türünü de hatıra getirmekle birlikte, biz bunun bir anal ilişki olduğu kanaatindeyiz. Şöyle ki, Hz. Ömer Medine’ye hicret etmiş olan Mekkeli bir muhacirdir. Mekkeli Müslümanların, cinsel ilişki hususunda serbestilik ilkesini esas aldıklarını; eşlerini çırılçıplak soyup, (mutat yoldan olması koşuluyla) cinsel ilişkinin her tür pozisyonunu denediklerini ve böylece cinsellik adına fantezi yaşadıklarını; hatta aynı geleneklerini, evlendikleri Medineli Müslüman kadınlarla da sürdürmek istemeleri üzerine, onlar tarafından tepkiyle karşılandıklarını biliyoruz. Nitekim buna daha önce değinmiştik. Durum bu iken, Ömer’in söz konusu pozisyona aşina olmadığı ve sırf bu tür bir çeşniyi yaşadığı için, Hz. Peygamber’e gelip: “Ben mahvoldum!” demiş olabileceği düşünülemez. Hz. Fârûk’un: “Ben helâk oldum, mahvoldum!” demesi, onun, mutat yoldan vuku bulmuş olması hasebiyle aslen mubah olan bir cinsellik fantezisi yaşamasının değil; belki bir anlık iradesine hâkim olamamanın yol açtığı bir anal ilişki teşebbüsünün nedamet çığlığı olmalıdır diye düşünüyoruz. Dolayısıyla onun “Yolumu değiştirdim” sözünü, pozisyon değiştirme yerine, gerçek anlamda bir yol değiştirme; mutat yoldan anal yola intikal etme anlamında algılamak, belki daha isabetli olacaktır. Nitekim Neysâbûrî, ilgili hadisi naklederken, orada geçen “tahvîlu’r-rahl (yol değiştirme)” deyiminden açıkça anlaşılanın, bunun mutat mahallin dışında başka bir mahalle (anüs) varmaktan kinaye olduğunu, ilk tercih olarak belirtmektedir.” (Kutsal Metinler Cinsel Sapmaların Referansı mı Bahanesi mi?, Prof. Dr. Necdet Çağıl)

“...Hz. Ömer, cahiliye dönemindeki iki pişmanlığını etrafındakilere sürekli hatırlatırdı. Öyle iki olay ki; hatırladıkça birisinde kendisini tutamayıp ağlar, diğerinde ise sürekli gülermiş. Kız çocuklarının bir zül ve utanç vesilesi sayıldığı günlerde, Araplar onlardan kurtulmak için her yolu denermiş. Özellikle fakir aileler, büyüdüklerinde zenginlerin elinde oyuncak haline gelmesin diye çocuklarını öldürürler ve namuslarını kirlenmeden korumaya aldıklarını düşünürlermiş. Bir gün Hz. Ömer’in de bir kız çocuğu olmuş. Belli bir yaşa geldikten sonra biricik evladını kendi elleriyle gömmeye karar vermiş. Derince bir çukur kazmış ve çocuğunu içine yatırmış. Masum yavrucak, üzerine atılan toprağa anlam verememiş; babasının üzerine sıçrayan çamuru minik elleriyle temizlemeye çalışmış. Artık hareketsiz kalıp, öleceğini anladığında ise can havliyle Hz. Ömer’in başparmağını tutmuş ve öylece son nefesini vermiş. Hz. Ömer’in aklına geldikçe ağladığı ve kendisini hiç affedemediği birkaç olaydan birisi budur. Hatırladıkça keyiflendiği ve gülmekten kendini alamadığı olay ise; helvadan taptıkları putlardır. Özellikle uzun yolculuğa çıkılacağı zamanlarda, akşamdan helvadan putlar hazırlanırmış. Yolcuların bütün sefer boyunca tapındıkları bu putlar; akşama doğru iyice kurur ve lezzetlenirmiş. Hz. Ömer de her defasında dayanamaz, saatlerce tapındıkları putları etrafındakilerle beraber afiyetle yermiş.” (Kızı göm, helvayı ye!, Abdurrahim Boynukalın)

Hz. Ömer, Hz. Nuaym’dan aldığı haber üzerine, Müslüman olduklarına dair ipucu bulmak amacıyla doğruca kız kardeşi Hz. Fâtıma’nın evine yöneldi. O sırada, evlerinde Hz. Habbâb b. el-Eret de bulunuyordu. Elinde de Kur’ân-ı Kerim’in Tâ-hâ Sûresi’nden bir kaç ayetin yazılı olduğu bir metin vardı. Hz. Habbâb, yeni vahyedilmiş olan bu ayetleri Hz. Saîd ve Hz. Fâtıma’ya öğretmekle meşguldü. İşte bu sırada kapıya yaklaşmakta olan Hz. Ömer’in sesini duyunca, içerideki odaların birine geçerek gizlendi. Hz. Fâtıma ise Kur’ân sayfasını dizinin altına koyarak saklamaya çalıştı. Ancak Hz. Ömer, içeride Kur’ân okunurken kapıya varmış ve onların seslerini duymuştu. İçeri girer girmez; “Biraz önce duyduğum mırıltı neydi? Söyleyin bakalım!” diyerek tehditler savurmaya başladı. “Yanlışın var, bir şeyler yoktu.” dedilerse de o; “Hayır, bir şeyler mırıldanıyordunuz. Üstelik haber aldım, Muhammed’e (sav) tâbi olmuş ve dinine girmişsiniz” diye diretti ve eniştesinin üstüne yürüyerek onu tartaklamaya başladı. Bu arada, kocasını kardeşinin elinden kurtarmak için araya giren Hz. Fâtıma’yı da dövmeye koyuldu ve yaraladı. Durum bu noktaya varınca artık dayanamayan eniştesi ve kız kardeşi bağırarak; “Evet, ey Ömer! Biz, Müslüman olduk! Allah’a (cc) ve Rasûlü’ne (sav) iman ettik, anladın mı? Şimdi ne istersen yap!” diyerek ona meydan okudular.

Hz. Ömer, kız kardeşini kanlar içinde görünce bu kez yumuşadı, pişmanlık duymaya başladı ve içinden yaptıklarına üzülerek mahzun bir ifadeyle kız kardeşine; “Biraz önce okumakta olduğunuz şu sayfayı verir misin?” diye ricada bulundu. Hz. Ömer, okuma yazma biliyordu. Ancak Hz. Fâtıma itiraz ederek; “Onu imha edeceğinden endişe ediyoruz.” dedi. Hz. Ömer putları adına yemin ederek; “Korkma! Okuyup geri vereceğim.” diye söz verdi. Hz. Ömer, böyle konuşunca kız kardeşi onun İslâm’ı kabul edeceğinden ümitlenerek şu cevabı verdi; “Bak kardeşim! Sen necissin, putlara taptığın için pissin. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerim’i, ancak temiz olanlar ellerine alabilirler.” diye uyardı. Bunun üzerine Hz. Ömer, kalkıp yıkandı. Sonra kardeşi ona bu sayfayı verdi. Hz. Ömer bu sayfada yazılı olan ayetlerin bir bölümünü okuyunca; “Aman ne güzel, ne yüce sözler!” diyerek hayret ve hayranlığını dile getirmekten kendini alamadı.

“...Hz. Ömer’in kişilik yapısını konu edinen müstakil bir çalışmaya henüz rastlayamadık. Hz. Ömer’le ilgili sınırlı ve belli rivâyetleri esas alarak yapılan karakter tespitinde ise o; genelde sert mizaçlı, güçlü, cesur, ateşli, izzetine düşkün, kendisinden korkulan ve zaman zaman fevrî davranabilen biri olarak tanıtılmaktadır. Kanaatimizce Hz. Ömer’e dair bu kişilik algısının oluşmasında da, Hz. Ömer’in bazı gelişmeler karşısında takındığı tavırla ilgili rivâyet ve yorumlar etkili olmuştur. Örneğin, Hz. Ömer’e ilişkin geleneksel kişilik algılaması bağlamında şu olay zikredilir: Buhârî ve Müslîm’de geçen bir rivâyete göre, bir gün Hz. Ömer, Kureyşli kadınların Hz. Muhammed karşısında yüksek sesle konuştuklarını fark etmiştir. Hz. Ömer, Hz. Peygamber’in yanına girmek için ondan izin istemiştir. O sırada Hz. Ömer’in sesini duyan kadınlar, hemen toparlanıp kendilerine çekidüzen vermişlerdir. Bu durumu gören Hz. Peygamber gülümseyince Hz. Ömer: “Allah seni ömür boyu güldürsün ya Rasûlullah, neden güldün?” demiştir. Hz. Peygamber ise kadınların durumuna güldüğünü belirtmiştir. Daha sonra kadınlara dönen Hz. Ömer: “Ey kendilerine yazık eden kadınlar! Rasûlullah buradayken benden korkuyorsunuz, öyle mi?” Kadınlardan biri: “Ey Ömer, sen sert/kaba bir insansın.” demiştir. O esnada Hz. Muhammed devreye girerek: “Ey kadınlar, Ömer’le uğraşmayı bırakın. Ömer bir yere girerse, şeytan oradan kaçar.” Ayrıca, Hz. Ömer’in kişiliği ile ilgili olarak şu rivâyetler nakledilir: Abdullah b. Ömer, Hz. Ömer kadar sert bir insan görmediğini söylemiştir. Ömer’in hilâfete gelmesinden tedirginlik/korku duyan bazı Müslümanlar Hz. Ebû Bekr’e gidip serzenişte bulunmuşlardır. Sert mizacının farkında olan ve bunu beğenmeyen Hz. Ömer iktidara gelince: “Ey Allah’ım, sert mizaçlı birisiyim. Sana itaat edenlere karşı beni yumuşak kıl.” diye dua etmiştir.” (Hudeybiye Antlaşması Özelinde Hz. Ömer’in Kişilik Tahlili Denemesi, Yrd. Doç. Dr. Mustafa Özkan)

Bu bilgiler doğrultusunda genelde Mekke toplumu bireylerinin ve özelde ise Hz Ömer’in, Sadist kişilik özellikleri gösterdiğini düşünebiliriz. Hz. Muhammet, Sadist kişilik özelliği gösteren bir toplumdan Asr-ı Saadet toplumu oluşturmuştur. Arapça “Asr” (zaman, çağ) ve “Saâdet” (mutluluk, bahtiyarlık) kelimelerinden meydana gelen asr-ı saâdet terimi, “mutluluk dönemi, insanların en bahtiyar oldukları çağ” anlamına gelmektedir.

Peygamberler, sapık ve sapkın bir kavimden; yani kişilik bozukluğu olan insanlar topluluğundan, asil ve soylu millet topluluklarını yaratmışlardır.

Günümüz tarikatları ve cemaatleri, sapık ve sapkın; yani sadist kişilik bozukluğu yaşayan bireyleri kapılarından da, bacalarından da kovmakta; yanlarına yaklaştırmamaktadırlar. Şeyh Efendiler ve Cemaat Liderleri kendilerine biat eden modern köle, acı sever, ağlak ağlak yaşayan mazoşist kişilikli bireylerden, değil şampiyon olmak; olsa olsa küme düşmemek için çabalayan takımlar oluşturmaktadırlar. “Allah'ım, iki Ömer’den biriyle bu dini kuvvetlendir!” diyen Hz Peygamber’in kişiliği ile kişiliklenmemiş sözde liderlerden ve acısına sızlanmaktan başka derdi olmayan insan topluluklarından, dine büyük katkı beklenmemelidir.

Günümüz insanı yavaş yavaş Grinin Elli Tonu’na dönüştürülüyor. İşadamı Cristian Grey ile tutkulu aşkı Anastasia Steele’in seks ve şehvet dolu “kırmızı odası” örnek olarak sunuluyor.

Kapitalist sistem, sadist kişilikli bireyleri kendisine işadamı, şirket ceosu, siyaset adamı, sivil toplum lideri seçerken; tarikat ve cemaatler de mazoşist kişilikli bireyleri öbek öbek seçerek, dini ayinlerle günlerini gün ederek avunmaktadır.

Psikoloji bilgisi, açıklama ya da çözümleme yapma adına her şey demek değildir fakat bir düşünce üretilirken içinde psikoloji bilgisi yoksa, orada çok şey eksik kalmaktadır. Hz Peygamber, Asr-ı Saadet toplumunu mazoşist kişilikli bireylerden değil, sadist kişilikli bireylerden “eğiterek, öğreterek” yetiştirmiştir. İki binli yılların insanını dikkate aldığımızda Hz. Ömer, Grinin Elli Tonu’ndaki İşadamı Cristian Grey’dir. Tarikatler ve cemaatler ne zamanki bilimsel yöntemlerle, yani psikoloji ve sosyoloji bilgilerinin doğrultusunda, sapıkları ve sapkınları yetişkin olmadan önce, çocukluk ve gençlik çağlarında keşfedip aralarına katarsa, insanlık için yeniden Asr-ı Saadet ümidi doğacaktır.

Lut kavmi aslında bugünkü anlamda eşcinsel bir kavim değildir. Evli erkekler olmak bakımından, biseksüel ve sadist kişilik özellikleri gösteren bir toplumdur. İlahiyatadamlarının bugünlerin sorunu olarak eşcinsellik konusunda sağlıklı bir çözüm üretmemelerinin nedeni de budur. Eşcinsel evliliklerin yaygınlaşmasını ve eşcinsellerin evlat edinmelerini Lut kavmi kapsamında değerlendirmek büyük bir yanılgıdır.

“...Lût Kavmi’nin, (erkeklere yanaşmanın ötesinde) kendi hanımlarının cinsel organlarından sarfınazar edip, onların anüslerine yönelmeleri sebebiyle haddi aşan kişiler oldukları bildirilmiş olmaktadır. Nitekim Tâvûs’tan rivayet olunduğuna göre Lût Kavmi’nin homoseksüel ilişkileri, başlangıç itibariyle kadınlarla anal ilişki kurma şeklinde ortaya çıkmıştır. İşte onlar böyle yapmakla şehvet sınırını aşmış olup, diğer insanları; hatta hayvanları bile geride bırakmış oluyorlardı. Yine tüm bu veriler doğrultusunda olsa gerek ki, Mücâhid de ilgili ayetleri: “Kadınlara önden varmanın yerini, erkeklere anal yoldan yaklaşmaya mı bıraktınız?” şeklinde tercüme etmiştir.” ( Kutsal Metinler Cinsel Sapmaların Referansı mı Bahanesi mi?, Prof. Dr. Necdet Çağıl)

Eşcinsellik, kişinin hastalığı değil; içinde yetişip büyüdüğü ailenin hastalığıdır. Bu açıdan baktığımızda eşcinselleri aşağılamak, büyük bir yanılgı olmaktadır. Eşcinsel bireyleri kınamak yerine, öncelikle onları bilinçsiz bir şekilde yetiştiren anne babaları uyarmamız gerekmektedir. Eşcinsel birey, içinde yetiştiği adaletsiz aile sistemine direnen bir bireydir. Bu direnç, çocukluk döneminin güçsüzlüğü içinde pozitif değil negatif bir direnç olduğu için, yaşanan duygusal bunalım aşılamadığından, erotizm bataklığına düşülmektedir. Eşcinsel bireyler, devletin şefkatli eğitim ve sağlık sistemleri tarafından yeniden yetiştirildikleri takdirde, Asr-ı Saadeti tekrar diriltecek bireylerdir.

Allah, bizleri tarikat ve cemaatlerin içinde kümelenen mazoşist bireylerin sapkınlıklarından korusun.

Dindar bir eşcinselin bu konudaki düşüncelerini belki merak edersiniz:

“...Öncelikle eşcinselliğin temel nedeni, ailenin fonksiyonunu yitirmiş olması. Bir bitki ya da çiçek, tohumu toprağa atıldıktan sonra uygun şartlarda filiz veriyor. Sonra meyve ya da çiçek verebilmesi için sulanması, belli şartlarda ışık alması, budanması, zararlı böceklerden korunması gerekiyor. Bir bitki bile gelişmek ve sağlıklı olabilmek için bu denli bakıma ve ilgiye muhtaçken, çok daha karmaşık ve çok boyutlu olan insan nasıl ilgi ve yetiştirilmeye, korunmaya ihtiyaç duymaz? Aynı bu örnekte olduğu gibi bir ailede de anne, baba ve kardeşler olmaları gereken konumda olmadığında, yani bir çocuğun sağlıklı yetişmesi için uygun ortam bulunmadığında, buradan sağlıklı bireyler yetişemiyor ve hastalıklı bireyler doğuyor. Benim ve diğer homoseksüellik sorunu yaşayan erkeklerin ailelerindeki problem ise daha çok baba kaynaklı. Yani baba, olması gereken konumda değil. Sizin ve diğer psikologların yazılarında, babanın hep bir güç ve güven kaynağı, annenin ise sevgi ve ilgi kaynağı olduğu yazıyor. Fonksiyonu bozulmuş ailelerde babalar, ya eşlerinin ve çocuklarının hayatında hiç yok, ya da şiddetle var. Mesela ilk terapide “Baba ne kadar önemli gördün mü?” demeniz ve bunu dolu dolu, hatta içli içli söylemeniz beni çok etkilemişti. Çünkü ben babama yönelik yoğun bir duygu hissettiğimi pek hatırlamıyorum. Annemle babam boşanmadan 3 sene önce babam evden ayrılmıştı. Bundan önceki dönemde ona kızıyor, yanında bulunmak istemiyordum. Ama şu an bile ona öyle çılgınca bir öfke duymuyorum. Sanki hayatımdan baba diye bir kavramı, öyle bir hissiyatı çıkarmışım. Yani sanki bende “baba olmadan da olur, zaten babanın ne fonksiyonu var ki? Geliyor, yiyor, içiyor, kızıyor, gidiyor” gibi bir algı oturmuş. Ama tabi gerçek bir baba gördüğümde de içim acımıyor değil. Çok derinlemesine anlayabildiğim duygular değil bunlar hala.

Dolayısıyla homoseksüellik öncesi çocuk, babasına duyduğu savunmacı kopmadan dolayı erkek kimliğini reddediyor ve babasıyla özdeşim kuramıyor. Aslında bir kimlik karmaşası yaşıyor. Tabi tek sebep bu olmasa gerek. Çocuk, aile veya yakın akrabalarda başka bir hemcins rol model bulsa, belki de baba yerine onunla özdeşim kurarak cinsel gelişimini sağlıklı olarak sürdürür. Bende böyle bir rol model yoktu mesela. Tabi fiziksel olarak dövüşte galip gelemediğim bir abim vardı. Sanırım o da etkili. Joseph Nicolosi’nin Onarım Terapisi’nde öyle okumuştum. Tabi bunun üstüne bir de ergenlik öncesi dönemde taciz, tecavüz gibi durumlar yaşanıyorsa her şey tamamen sarpa sarıyor ve çocukta artık derin yaralar açılıyor. Açıkçası ailede fonksiyon bozukluğu olmayan ama taciz veya tecavüze uğrayan çocuklarda eşcinsellik doğuyor mu bunu daha önce çok düşünmedim. Yani o yaşta bir çocuğun bir yetişkin tarafından, hele de yaşı çok ileri bir kişi tarafından cinsel saldırıya uğramasını hayal bile edemiyorum. Ben akranımla taciz değil karşılıklı rızaya ve meraka dayalı bir tecrübe yaşamama rağmen beni derinden etkilemişti. Bir tecavüzün izi çok derin olsa gerek.

Tabi bir de şu “esrarengiz erkek”, “erkeksi güç”, “gizemlilik” meseleleri var. Aslında karşındakini güçlü görmekten çok, belki de kendini zayıf görmekle alakalı bir durum. “Ne yaparsam yapayım onun gibi karizmatik olamam, onun gibi güçlü, kendinden emin, etkileyici olamam, cinsel konuda da o benden iyidir” vs gibi düşünceler anladığım kadarıyla homoseksüellerde ortak hislermiş. Ben de elbette hissediyorum bunları eskisi kadar güçlü olmasa da. Belki de burada sorun, erkeğin gözünde yücelttiği erkeklerle zaman geçirme, hemhal olma şansını yakalayamadığı, onlardan değer görmediği, böylece aslında aralarında çok büyük farklar olmadığını anlayamadığı için o erkekleri gizemli bulması. İşte burada sizin 2. terapide bahsettiğiniz “ruhsal döllenme" devreye giriyor. Bence nokta atışı bir tespit. Erkekleri diğer erkekleri “ruhsal olarak dölleyerek”, erkek yapıyor. Özellikle yaşça büyük erkekler. Onlara “bir erkek böyle yapar” diye gösteriyor. Çünkü mesela ben hep annemle oturup kalkmışım, onunla zaman geçirmişim. Erkeklerin dünyasından uzak kalmışım bu yüzden. O dünyaya babam yüzünden de yaklaşmamışım tabi. Çünkü bir bütün olarak babamı, aynı zamanda erkeksiliğini de reddetmişim. Onun erkeksiliğinin olduğu hiçbir şeyi kendimde görmek istememişim. Mesela sabah kalktığında seslice burnunu temizlemesi, sesli öksürmesi, “kaba” bazı davranışları vs gibi. Şimdi bunlara duyduğum tepkinin aslında babama duyduğum öfkeden kaynaklandığını anlamaya başladım. Yani aslında eşcinsellik, cinsel bir sapmadan ziyade aslında erkekleşememiş olma sorunu sanki. Bu boşluğu da çocuk büyüdükçe kadınlaşarak dolduruyor olsa gerek.

Eşcinselliğin çözümü anladığım kadarıyla öncelikle sebeplerini anlamaktan geçiyor. Kişi önce bir sonuçtan ibaret olan eşcinselliğin nedenini anlamalı ve bilinçaltında farkında olmadan kurmuş olduğu dünyadaki bozuklukları adım adım gidermeli. Burada tabi ki devreye kişinin eşcinsel dürtülerini ne boyutta yaşadığı ya da yaşamakta olduğu giriyor. Mesela 1. terapide mastürbasyon bağımlılığı ve cinsel fantezilerle ilgili söyledikleriniz beni şaşırttı. Ben doğrudan psikolojik çözümlemelerle başlayacağımızı düşünmüştüm. Ama sonradan düşününce her şeyin bir bütün olduğunu fark ettim. Tabi burada devreye sizin tecrübeniz giriyor. “Cinsellikle ilgili bildiğin on şeyden dokuzu yanlıştır” demeniz de önemli. Çünkü bir şeylerin yanlış olduğunu kabul etmeden, düzelmeye talip olamayacağım da açık. Eşcinselliğin sonuç kısımlarındaki bozuklukları izale ettikten sonra, insan ilişkileri kısmına gireceğiz dediniz. Bu da bence önemli. Çünkü hakikaten bence benim insanlarla ilişki kurmada, beklentiye girmede, doğal olmada sorun yaşamamın sebebi eşcinsellik. “Normal bir erkek” nasıl davranmalı bilemiyorum her zaman. Karşımdakinden ne beklemeliyim? Zamanında görmediğim ilgiyi insanlara dağıtarak onlardan mı bekliyorum? vs vs. Sorun şu ki ben bunları nasıl düzelteceğimi tam olarak bilmiyorum. Ayaklarımı yere sağlam basarak, içime sinerek yaşadığımda birçok kaygımın ortadan kalkacağını biliyorum. Ama o noktaya gitmek için neler yapacağımı bilmiyorum. Yürümeye devam edip göreceğiz…

İşin Allah’la ilgili kısmı tabi benim için bir kırgınlık boyutu. “Neden bana da sağlıklı bir aile, baba vermedi, neden beni kırılgan yarattı, neden bir amcam dayım vs kimse yok?” diye kendime sık sık soruyorum. Hayatın kendisi gibi, hayattaki her şey elbette bir imtihan. Ancak eşcinsellik imtihanında cevap şıkları yok. Klasik bir sınav. Bir ders kitabı, soru kitapçığı da yok. Hatta sınavı gizli bir mülakat gibi gözlerden uzak, yalnız yapılıyor. Zorluğu da en temelde bir kimlik bunalımı olmasından kaynaklanıyor. Kur’an’da insanlar için süslenen şehvetler, yani dünya arzularından bahsederken birinci sırada “kadınlara duyulan arzular” geliyor. Yine birçok dini hitaba baktığımızda cinselliğin ne kadar önemli bir yeri olduğunu görüyoruz. Kaldı ki cinsel ilişki, cinsel kimliğin eyleme dökülmüş halinden ibaret. Daha temelde insanın kendisini belirli bir cinsel rolde hissetmesi var. Bu adeta, bir legonun diğer legolar arasındaki yerine tam olarak oturması gibi. Oturmadığı zaman bir bütün oluşturmuyor. Hem dışarıdan uyumsuz duruyor, hem de içeriden huzursuzluk kaynağı oluyor. Tabi insan aynı zamanda sosyal de bir varlık. Cinsiyet rolünü benimseyemediğinde, kendisini toplum içinde de konumlandıramıyor. Dışlanmış, farklı, marjinal hissediyor. O yüzden toplumla da özdeşim sorunu yaşıyor.

Dindarlara gelecek olursak, “dindarlar” ve “yetkinlik” kelimeleri Türkiye’de hangi alanda bir arada kullanılabilir ki? Dindarlar dini bir sopa gibi kullanıyorlar sadece. Dinin yücelttiği, ahsen-i takvim dediği insana esfel-i safilin muamelesi yapan bu dinin sözde temsilcileri değil mi? Lut kavmini bile doğru yola çağıran, onlara hatalarından dönme kapısını açık bırakan Kur’an’ın sözde müntesipleri, mağdurlara bile damga vurmak için birbirleriyle yarışıyor. Adeta Hz. İsa’yla ilgili anlatılan “ilk taşı günahsız olanınız atsın” kıssasındaki gibi, günümüz Türkiye dindarları hatta daha genelde dünya Müslümanlarının ezici çoğunluğu günahlarının ağırlığından eline taş alamaz. Onlara göre eşcinselliğin çözümü namaz kılmak, dua etmek. Zaten birçok şeyin çözümü bunlardan ibaret. O kadar uhrevileşmişler ki, dünyayı ve dünyaya dair işleri laiklere, sekülerlere terk etmişler. Ama sonra dünyaya işleri düştü mü yine onların kapısına gidiyorlar. Kur’an’da ve hadislerde yazmayan hiçbir konu onların gündemine girmiyor. Ayet yoksa konuşmaya gerek yok kafasındalar. Kur’an’ın indiği çağı, üslubunu, indirilme metodunu anlama gibi bir çabaları yok. Ezbercilik daha kolaylarına geliyor. Kur’an şifadır ayeti var diye, bir adam kalp hastası olunca kalp doktoruna gitmiyor mu ki başka bir insanın ruhu hasta olunca ruh doktoruna gitmeyecek de oturup namaz kılıp zikir çekecek, şifa umacak? Dinin ruhu onaran yönü elbet var ama Allah bazı alanları insana bırakmış. Kozmolojiyle ilgili Kur’an’da yazanlar belki evrenin ancak binde birini açıklar. Ee, o zaman bu evren bu kadar, gerisiyle ilgilenen kafir mi diyeceğiz? Bence bu son çağların hastalığı. İlk zaman alimlerinin böyle olduğunu düşünmüyorum. En azından düşünmek istemiyorum. Belki konu dağıldı ama 30 yaşına merdiven dayamış ve eşcinsel dürtülerinden kurtulmak için mücadele veren bir erkek olarak, bu aralar dinin eşcinselliğe bakışı ve çözüm önerisi konusunda çok da net bir tablo göremiyorum ondan olsa gerek. Dindarların da bu konuda bir çözüm bulma çabasını da görmüyorum. Bakalım, zaman ilerledikçe belki farklı noktalardan bakar, yeni şeyler keşfederim.

Selametle kalınız..."

[email protected]

Psikolog www.huseyinkacin.com