Vefa bir matematiksel denklem gibidir.

Vefa denilen olgunun, duygunun, hissiyatın ortaya çıkabilmesi için en az iki kimseye ihtiyaç vardır.

Birisi vefayı gösterecek olandır. Diğeri de, diğeri vefayı görecek olandır Vefa nedir peki?

Vefa mı? Vefayı gösterecek olana, vefayı görecek olanın daha önce yaptığı bir "iyilik"tir. Demek ki vefa göstermek bir ihsan değildir. Vefa göstermek bir lütuf değildir. Vefa göstermek bir başarı değildir.

Vefa göstermek bir karakter meselesidir. Kendine yapılan bir iyiliği unutmayıp o iyilik yapan kimsenin veya o kimsenin sevdiği bir kimsenin, kendisinin iyili-ğine veya ilgisine muhtaç olduğu bir anda, onun kendi-sine yaptığı iyiliği hatırlayıp, onun yardımına koşup onunla ilgilenmektir.

Bu bir lütuf olabilir mi? Bu bir insanlık görevi değil midir? Ama halk arasında denildiği gibi “Vefa artık bir semt adı” olarak kalmıştır. Bu ne anlama gelmektedir? Demek ki artık iyilikler unutulur olmuştur. Demek ki artık iyilik yapanlara karşı minnet duygusu kalmamıştır. Demek ki artık insanlar birbirine işi bitene kadar ihtiyaç duymaktadır. İşi bittikten sonra, o kimseyi de, o kimsenin yaptığı iyiliği de unutmaktadır.

Bir yazar ile dostluk ve vefa üzerine lâf lâfı açmıştı. Gençlik yıllarında yaşadığı bir hatırayı anlattı. Çok en-teresandı...

"12-13 yaşlarında ya var ya yoktum... Çocukluk ça-ğımız olduğu için mahallemizde arkadaşlarımızla oyun oynuyorduk.

Bilirsiniz çocuklar oyun oynarken "sen dediydin, ben dediydim", "sen ebesin, ben ebeyim" gibi çocukça bağırış çağırış içine girerler...

Bir oyun esnasında arkadaşın birisiyle birbirimize lâf söylemeye başladık. Öyle kavga falan değil ama sesimizi biraz yükselterek güya kendi hakkımızı koruya-caktık.

Birbirimize kafa kafaya geldiğimizde enteresan bir şey oldu. O anda bizi uzaktan seyreden mahallemizden babamların yaşında bir adamın bize doğru seğirttiğini gördük.

Tanıyordum kendisini. Diğer arkadaş da tanıyor-du... Ama enteresan ki adam çok ciddi bir şekilde iki arkadaş kafa kafaya geldiğimizde üçüncü kişi olarak ve benden taraf olarak sanki kavga varmış da ona başlayacak gibi bir tavırla üzerimize geliyordu.

"Bana bak bana!" diyerek o arkadaşın üzerine yürü-yorken bana da soruyordu:

“Sana bir şerri (kötülüğü) dokundu mu?”

Dedim ki:

“Yok amca, şerri dokunmadı. Zaten biz dövüş etmi-yoruz. Oyun oynuyoruz, dedim.”

Fakat dikkatimi çekti. Bu ne işti böyle? Niye bu am-ca bu arkadaşlar arasında bana yardıma gelmiş ve böyle bir soru sormuştu?

Bu merakımı yenemeyip bizden uzaklaşmakta iken ardından seğirtip sordum:

“Niye bana yardım etmek istedin amca?”

Terden sırılsıklam olmuş başımı okşadı. Gözlerini gözlerime dikti.

“Balam,” dedi... Çok duygulu bir ses ile... “Sen benim vefalımın çocuğusun... Benim çoğum gibisin. Sana bir zarar gelecek olsa, kendi çocuğuma gelmiş gibi ağlarım. Senin için canımı bile veririm...”

Hiçbir şey anlamadım... Başımı yine okşayıp gitti o amca... Akşam eve geldim. Babama dedim ki:

“Baba, vefalım ne demek?”

Babam biraz dalgın mıydı, meşgul müydü pek ilgi-lenmedi. "Bilmiyorum ben, neyse ne" dedi.

Sonra tez toparladı aklını. Geri döndü:

“Senin nerden aklına geldi bu soru? Nerde duydun ‘vefalım’ sözünü?”

“Filanca amca söyledi.”

Babam o ismi duyunca biraz daha ilgilendi meseleyle:

“O amca sana ne dedi?”

“Konuyu anlattıktan sonra "Başımı okşadı ve sen benim vefalımın oğlusun" dedi.”

Babam derin bir düşünceye daldı... Şimdiki aklımla anlıyorum ki o an "Ben bu adama ne iyilik etmişim ki?" diye düşünüyor olmalıydı.

Sonra biraz mahcup, biraz "ne enteresan?" der gibi başını öne eğip gülümsedi:

“Hey be adam... Unutmamış gördün mü?” dedi...

Neyi unutmamıştı o amca... Az sonra babam anlata-caktı...

Meğer o amcanın bir evlâdının düğün hazırlığı var-mış. Yıllar önce... Para lâzım olmaz mı düğünde olur elbet. Lakin o yıllarda borç istemek bir züldür insan için... Bankadan kredi çekmek veya kredi kartı kullan-mak gibi bir kolaycılık da yoktur...

Ama babam komşusunun halini tahmin etmiş... Ve yanına varmış. Hoş beşten sonra kimselere belli etme-den, usulca demiş ki:

“Filan ağa... Düğün sahibisin. İhtiyacın olursa ana-mın ak sütü gibi kullan" demiş.

Yani "paraya ihtiyacın var mı?" diye sormamış. Çünkü öyle sorsa idi, "Sağ ol" denirdi. Onurlu haysiyetli hiçbir kimse çok ama çok mecbur kalmadıkça "ihtiyacım var" demez.

"Al şu parayı" da dememiş...

Çünkü paranın adı geçince, parasız olan paralı ola-nın karşısında ezik duruma düşer.

"Ne zaman istersen o zaman ver" dememiş... Çünkü o vakit borç vermiş olduğunu belirtmiş olacaktır. Yardım ettiği kimse borcunu ödeyene kadar bu defa borç stresi yaşayacaktır.

Babam ne demiş peki?

Parayı sarılı bir paket içinde, ne olduğunu kimseye hatta o para verdiğine bile göstermeden vermiştir. Ve-rirken de "anamın ak sütü gibi kullan" diyerek geri vermek zorunda olmadığını, veremese bile helal ettiğini baştan belirtmiş.

Verilen miktar da öyle üç beş lira değil... Bir tomar para... Sanki bir birikimin tamamı... Ama komşunun dar gününe tercih ediliyor. Komşu o kadar önemli...

Babam diye söylemiyorum. Şimdi düşünüyorum da ben de dâhil kaç kimse böyle yapabilir onu da bilmiyorum.

Ve benim sormam üzere bu olayı hatırlayan babam, yaptığı iyiliğin ortaya çıkmasından dolayı mahcup ve utangaç...

Niye mi?

Yıllar geçmiş aradan ama bir Allah’ın kulu annem dahi bilmiyor... Ne zamanki ben bu konuyu ve o amca-nın bana yaptığı koruyuculuğu dile getiriyorum o vakit hatırlıyor...

Ve o amca ki, yıllar önce kendisine yapılan bu iyiliği unutmuyor. Hem de kendisine anasının ak sütü gibi verilen paranın üzerine yatmayıp en kısa zamanda ku-ruşu kuruşuna babama geri ödediği halde...

Onun için bir dostluk, bir arkadaşlık, bir vefa örne-ği... Ve o günden sonra o amca babama karşı öyle bir vefa hissiyle dolu ki, çocuğu olduğum için beni kendi çocuğu gibi görüp, bir insan kendi çocuğu için nasıl se-ğirtirse öyle seğirtmişti. Hiç unutmam."

Demek ki burada, önce bir iyiliğin yapılması, sonra da iyiliğin karşı taraftan unutulmaması olayıdır vefa...

İyilik illâ ki para ile olmaz...

Hiç kimsesi olmayan bir hastayı ziyaret de bir iyilik-tir. Bir insanın zor zamanında yardımına koşmak da bir iyiliktir.

İş arkadaşının sıkıntılı veya hasta olduğu bir dö-nemde onun yerine de işine koşmak bir iyiliktir.

Öğrencisine derste kolaylık gösteren öğretmenin yaptığı da bir iyiliktir. Hastasına iyi davranan dokto-run yaptığı da bir iyiliktir.

"Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır" atasözün-de bir insana bir fincan kahve ısmarlamak da bir iyiliktir. Ve bu iyiliğin kırk yıl hatırda kalması öngörülmüş-tür.

“Filan kimse bana kahve ısmarlamıştı,” diyerek onun hakkında yukarıdaki örnekte olduğu şekliyle vefa göstermek, yani o iyiliği unutmamak gerektiği vurgu-lanmaktadır.

İdeal bir karakter için bir kahveye kırk yıl vefa duygusu duymak gerekiyorsa, varın diğer iyiliklere ne kadar vefa duygusu beslemek gerektiğini siz hesap edin...

Bugün vefanın kalmadığından söz edenler yoksa yanılmakta mıdır?

Ya da gerçekten mi vefa kalmamıştır?

Aslında bu soru gerçekten tartışılması gereken bir durumdadır. Ve bence vefa duygusu kalmamıştır ama vefa duygusunu doğuracak olan iyilik kalmadığı için vefa duygusu da kalmamıştır.

Yani bir fincan kahveye kırk yıl hatır kalmamasının sebebi, artık bir fincan kahvenin dahi kimse tarafından kimseye bir menfaat olmadan ikram edilmediği içindir.

Menfaat gereği ikram edilen kahvenin de hatırı olmaz. Çünkü zaten o menfaat ile karşılığını almaktası-nızdır.

Kimse kimseye karşılıksız iyilik etmez ise kimse de kimseden vefa görememektedir.

Bu durumda kaybeden bir taraf değil iki taraftır.

Dolayısıyla insanlık kaybetmektedir.

Peki, karşılıksız iyilik ne demektir?

Bunun en güzel formülünü "Allah rızası" ile açıklayabiliriz.

Allah rızasında dostluk ve arkadaşlıkta şifre nedir?

Önce "ben" değil, önce "sen"dir.

Herkes bu duyguya sahip olduğunda vefasızlık diye bir duygu da olmayacaktır.

Selametle kalın...