EĞİTİMİ ÇÜRÜTEN YKS SİSTEMİNE KARŞI YENİ  FORMÜLLER

Birinci sınıfa başlama yaşı aşağıya çekilince tarihinin en kalabalık (3 milyon 36 bin 945)  öğrenci grubunun sınavı  yapıldı.  YKS (Yükseköğretim Kurumları Sınavı)  sınavının yapıldığı gün benim için de  Lisansüstü Eğitim tezsiz yüksek lisans öğrencilerinin sınav günü idi. Öğrencilerimiz içinde  üç dört bölüm bitirdiği halde  yine istediği mesleği bulamayanlar var.  Üstüne de tezsiz yüksek lisans yaparak bir meslek bulma umudu taşıyorlar.   Uygulamaya  ve beceriye (mesleki eğitime) dayalı olmayan eğitimin, test neslinin çaresiz çırpınışları  bunlar.   

Sınav günü YKS  sınavına giren bazı öğrenci ve velilerle sınav hakkında konuşma imkanı buldum.

Bir veli şunu söylüyordu:  Çocuğum    12 yıllık kesintisiz eğitimin ilk ürünü.  Bugün sınava girdi. Tıpkı diğer 3 milyon genç gibi.  On iki yıl sonra çocuğum on sekiz yaşında. Kendini üzerinden  dozer geçmiş gibi hissediyor. Yorgun ve umutsuz. Kazanacağı üniversitenin ona bir meslek getireceğine inanmıyor.

Ben de çocuğum gibi   beyhude geçip giden 12 yıla yanıyorum.  Bir mesleğe yönlendirse idim, şimdi elinde bir mesleği olacaktı. Çocuğum bana bırakılsa idi, zorunlu eğitim olmasaydı sonuç böyle mi olacaktı?  Üstelik üç çocuğumun geleceği için köyü bırakıp şehre geldim. Şimdi üçünün de geleceği meçhul. Köye dönmek ve kaldığım yerden tarıma devam etmek istiyorum. Ama  çocuklarımın dönme niyetleri yok. 

Özel okullara ve kurslara gönderdim. Çocuğuma harcadığım para ile   ona  bir ev alabilirdim. Yada sanat ve zenaata  dair bir iş yeri açabilirdim. Elimdeki tarım ve hayvancılık  işlerini peka ala geliştirebilirdim. 12 yıllık eğitim onlara sanat ve meslek öğretmediği gibi, hatta  tembelliğe dair şeyler öğretti.  Örf ve adetlerimize aykırı  ne kadar yanlış şey varsa okullarda öğrendiler.   Harcama ve hava atma kültürleri gelişti. İnternet bağımlısı oldular.  Sorumlu olanlara hakkımı helal etmiyorum.    

12 YILLIK KESİNTİSİZ EĞİTİMLE GELİNEN NOKTA

Bu düşüncede olan veli  ve öğrencilerin sayısı yüzbinleri değil, kanaatımca milyonları buluyor. Ortada   ödenmesi zor  ağır ve acı bir fatura var. Bunu kim ödeyecek?  

12 yıllık kesintisiz eğitimin ilk mezunları  YKS sınavına girdi.    Bu sene YKS’ye giren çocuklar  2012 yılında temeli atılan  müfredat ve uygulamalarının neslidir. Üzerinde   dört bakan ve dört anlayış  hüküm sürdü. Çocuklarımız  dört kez savruldular.  Bunların üstüne üstlük  onları bir de Korona  kabusu ezip geçti.  

 2012-2015 yılları arasında Milli Eğitim Bakanı olan Nabi Avcı  döneminde, temel eğitimde 12 yıllık zorunlu eğitime geçildi. İlkokul birinci sınıfa başlama yaşı 6'ya düşürüldü.  İlkokullarda yabancı dil eğitimi zorunlu hale getirildi ve ortaokullarda sınıf mevcudu 30'a düşürüldü.

2015-2016 yılları arasında Milli Eğitim Bakanı olan İsmet Yılmaz döneminde, öğretmen adaylarının eğitimi yeniden düzenlendi. Bu dönemde ayrıca, ilkokul ve ortaokullarda müfredat değişiklikleri yapıldı ve öğrenci velilerinin eğitime katılımı teşvik edildi.

2016-2018 yılları Milli Eğitim Bakanı olan Ziya Selçuk dönemi oldu. Eğitimde fırsat eşitliği ve dijital dönüşüm konuları öne  çıktı.  

2018-2024 yılları arasında Milli Eğitim Bakanı olan Mahmut Özer dönemini yaşadık.  Eğitimde kalitenin artırılması ve mesleki eğitim gözde konulardı. Okullarda akıllı tahtalar yaygınlaştı.  Okulların fiziki şartlarında iyileştirmeler yapıldı.

2024 yılına ise  yeni müfredat uygulaması ile girdik. 2024 -2025 eğitim öğretim yılında ilk kez uygulanacak    

Sözün özeti 2012-2024 yılları arasında eğitim alanında önemli değişiklikler yaşandı. Etkinlikler, beceri atölyeleri,  projeler,  kitaplık kurma vs. vs..   

Çok şey değişiyor değişmesine, ama değişmeyen bir şey vardı:  Çocuklarda  konuşma, yazma,  düşünme, iletişim, sorumluluk, ahlak-adap gibi en temel eğitim becerileri bile gelişmiyordu.  Bilakis geriliyordu. 

Niçin geriliyordu? Muhteva ile değil, şekil ile uğraştık.  Öğrencilerde büyük çoğunlukla kimlik bunalımına ve aşağılık kompleksine yol açan, Batı’da çoktan terk edilen seküler hurafelerin empoze etme işlemi devam etti.

En büyük yanlışlık bilgi ve sınav konularında hükmediyordu.  Bildiğimiz şeyleri mümkün olduğunca şuur mertebesine çıkarabiliyor ve  açıklayabiliyor muyuz?  Her öğrendiğimiz şeyi niçin öğrendiğimizi, hayattaki karşılığını ve ne işe yaradığını da biliyor muyuz? 

YENİ MÜFREDAT ÇÖZÜM GETİRİR Mİ?

Sayın Cumhurbaşkanının  Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli Tanıtım Programı'nda  dikkat çektiği gibi Türkiye Yüzyılı Maarif Modelinin (TYMM)  ismi ve bu modelin “erdemli ve yetkin birey” hedefiyle, öncelikle müfredatın felsefi sorununa, milli   dokunuş yapmıştır. Ayrıca  müfredat tekeline ve tek tip müfredat problemine,  müfredata eklenen “farklılaştırma ve zenginleştirme” ile dokunarak kısmen de olsa çözüm geleceği söylenebilir. TYMM’nin bütüncül yaklaşımı da, bireyin zihin, kalp, beden ve ruh bakımından dengeli gelişimi için önemli bir fırsat sunabilir. 

Müfredata eklenen sosyal duygusal gelişim ise, milli kimlik inşası için kapıyı aralamaktadır. Tabi ki, bu müfredat, felsefi duruşuna uygun ve doğru olarak uygulanabildiğinde. Bu konuda sorumluluk büyük ölçüde öğretmenlere düşüyor. Öğretmenler TYMM’ni konumuna uygun tatbik ederse, eğitim sistemimiz, kadim sorunları olan; teorik ağırlıklı olma, merkezi sınavlara payanda olma, öğrencileri aynı sepete koyma gibi problemler hafifleyebilir. Bunun için Bakanlığın iradesi ve cesareti kadar, öğretmenlerin bu müfredatı bilmesi, benimsemesi ve tatbik etmesi önem taşıyor.

MEB’in diğer icraatlarının önünde kale gibi duran  bir “Gölge Müfredat” engeli var.  Çözüm mevkiinde bulunanlar bu engelin farkında olmayabilirler; lakin işin içinde olan öğretmenler farkında. 

Aynı site ve binada oturan öğretmen komşularımız var.  Komşumuz öğretmenle aramızda şöyle bir konuşma geçti:

-Yeni müfredat hakkında ne düşünüyorsun?

-Müfredat tartışmaları var ama biz okullarda MEB’in müfredatı yerine ÖSYM’nin müfredatını uyguluyoruz büyük ölçüde. Yani gölge müfredat hakim. Üniversite hazırlık kursu gibi çalışıyoruz.-Mevcut eğitim sisteminde öğrenciden veliye, okul idaresine hatta yerelde milli eğitim yetkilileri tüm kesimler eğitimi, “merkezi sınav başarısına” endekslemiş durumda. Bu yüzden üzerimizde tüm bu kesimlerin baskısını hissediyoruz.

-Okul idaresi ve mahalli milli eğitim yetkilileri niçin baskı yapıyor?

-Kimse okulda eğitimin amacına ulaşıp ulaştığını merak etmiyor. MEB’in müfredatı kimsenin umurunda değil. Herkesin tek derdi okullarının dereceye girmesi. Çünkü bir okul için tek başarı kriteri bu. Bakanlık, müfredat üzerinde çalışma yapıyor ama okullarda uygulanmadıktan sonra en iyi müfredatı da getirseniz ne olacak?..

Okullarda Milli Eğitim müfredatının yerine ÖSYM nin müfredatının (Gölge Müfredat) hakim olup olmadığına  anlamak zor bir iş mi?   Acaba ben mi yanlış düşünüyorum, yetkililer benim gördüğümü niçin göremiyorlar? Çoğu kez  bu türden kendime sorular yöneltiyorum.

Şimdi muhasebe zamanı.  Mağduriyeti  veliler ve çocuklarımız çekti. Devletin kaynakları bu yap bozlarla sil baştan uygulamaları ile  har vurulup harman savruldu. Faturasını devlet, veliler ve hiç günahı olmayan öğrenciler ödedi. Bu eğitim masrafları olmasa halkımız hesaplamalara göre  % 20- 30 daha varlıklı hale gelecekler.  Bedava verilen kitapların kapakları açılmazken, aldığımız onlarca kitaba ödediğimiz paralara yazık değil mi?

Artık  bu gidişe dur deme vakti gelmedi mi?

MERKEZİ SINAVLAR

Bir araba yapıyorsunuz,  ancak yolu yoksa ve önü kaplı ise yapılanlar israf edilmiş olacaktır. Eğitimi tıkayan ve şimdiye kadar milli eğitimin yatırımlarının bir noktada çöpe gitmesine sebep olan problemler neler? Öncelikle bu sorunun cevabını bulmak lazım değil mi? 

Geçen gün sayın Cumhurbaşkanı  Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli Tanıtım Programı'nda konuştu ve yeni müfredatın kazanımlarına    dikkat çekti:  Özetle  şunları söyledi:  “Türkiye Yüzyılı Maarif Modelimiz ile öğrencilerimizin bireysel farklılıklarını göz önüne alan öğretim anlayışı hayata geçirilecek.  Müfredat içeriği bilim, teknoloji ve çevreyle bağlantılı yapı alınarak kurgulandı.  Tüm bu çalışmaların nihai gayesi evlatlarımızın ahlaklı, cesaretli, vatansever, üretken, sorgulayıcı insanlar olarak yetiştirilmesi...

Yeni müfredatla bu tür kazanım ve meziyetler  elde edilebilir.  Ne varki sayın cumhurbaşkanının bu açıklamalarını dinlerken,  öğretmen komşumun anlattıkları hatırıma geldi. Komşumun dikkat çektiği gibi,  mevcut eğitim sisteminde okulun, derslerin ve öğretmenin kıymeti MEB’in müfredatının değil,  merkezi sınavların  (Gölge Müfredat) amacına hizmet ettiği ölçüde oluyor. Okullar merkezi sınavlara göre sınıflandırılıyor. Merkezi sınavda yer almayan dersler, konular veya eğitime ait diğer öğelerin hepsi ya da çoğu bir şekilde anlamsızlaştırılmış durumdadır. MEB’in ders kitaplarının çoğunlukla kullanılmamasının en önemli sebebi de merkezi sınavlardır. Çünkü bu sınavlara yönelik yardımcı ders kitapları öne çıkıyor. O yüzden devletin bedava verdiği ders kitapları büyük ölçüde kullanılmamış oluyor.  Sınavda karşılığı olmayan ders, konuların veya davranışın öğrenci ve velinin gözünde kıymeti olmadığı için okullar hızla eğitim-öğretim kurumu olmaktan çıkıp, belli bir sınava hazırlayan kurslara dönüşüyor. Bu ise Türkiye için yakın tehdidin, “eğitimsizlikten ziyade, testlerden geldiği” gibi bir düşünce hâsıl ediyor. Diğer bir ifadeyle yakın gelecekte çocuklarımızın düşünme sınırları beş seçenekten birini seçme seviyesinde kalacaktır.

Sonuç olarak gündemdeki yeni müfredatın uygulamaya aksetmesinin önünde en büyük engel, teorik bilgi ağırlıklı merkezi sınavların sultası olacaktır. Merkezi sınavların ortaya çıkardığı kurslar ve yardımcı ders kitapları ile eğitimin büyük bir rant kapısı haline gelmiş olması çözüme giden yolları tıkamaktadır.

Eğitim sisteminde,  özellikle sınavlardaki   adaletsiz yapı ve mesleki eğitime yönlendirme olmayışı ile  akıl almaz başıboşluk ve niteliksizlik ortaya çıkıyor. Bunun en önemli    kaynağının  ÖSYM nin oluşturduğu  müfredat olduğunun altını  tekrar çizelim.

KULLANILMAYAN LABORATUVARLAR VE OKULDA ZORLA TUTULAN ÖĞRENCİLER

Okullarda donanımlı laboratuvarlar bulunduğu halde genelde kullanılmadığına dair gözlemler olduğu bilinmektedir. Konuyu bir kere daha teyit edeyim diye, geçenlerde hem kendi evimizin karşısında ve yanı başında bulunan okullardan ve hem de çalıştığım üniversite kampüsünün yanı başında bulunan  okuldan konuyu  teyit ettim.   Laboratuvar uygulamalarının Proje İmam Hatip okulları gibi, fen ağırlıklı eğitim yapması gereken Fen Liselerinde de çoğunlukla yapılmadığına şahit olduğumdan, bunun lokal değil genel bir problem olduğuna dair inancım güçlendi.

Fen lisesi ve Proje İmam Hatip dışında kalan, üniversite kazanma iddiası olmayan liselerdeki gözlemlerimden birisi de şu idi: Okumaya gönüllü olmayan, kendine farklı gayeler tasarlayan gençler zorla okula getirilmektedir. Durum böyle olunca  bu öğrenciler için okul adeta bir hapishaneye dönüşmektedir.  Zira öğrenci kendi amacı ve isteği dışında mecburen bir yerde bulunmaktadır. Bu durum onların bazılarını, uyumsuz ve “baş edilmez” çocuklar olmaya itmektedir. Oysa bu tür gençlere yaparak yaşayarak öğrenme ortamı sağlanırsa, yani mesleki eğitime tabi tutulsalar pek ala eğitim onlar için anlamlı hale gelebilir.

Düşünün… Öğrenci okumayı, keşfetmeyi, öğrenmeyi istemiyor.  Siz ona  “zorla, mecburen” belli şeyleri fark gözetmeksizin uygulama yapmaksızın oturduğu yerden öğretmeye kalkışıyorsunuz. Hem öğreten, hem de öğrenen açısından ne kadar sıkıntılı bir durum ortaya çıkar değil mi? Bu uygulama, ilkokul ve ortaokul seviyesinde belki bir derece tolere edilebilir. Ancak lise seviyesinde gerek öğrenen gerekse öğreten açısından bir nevi işkenceden farksız bir durum ortaya çıkıyor. Üstelik bu durum sınıf içi ahengi de bozuyor. Sınıflara akademik eğitim almak için gelmiş öğrencilerle böyle bir hedefi olmayan (ama uygulamalı ve mesleki eğitime yatkın) tipler burada aynı çatı altında günlerce, aylarca, yıllarca tutuluyor. Böylesi bir eğitim ortamı öğrenen ve öğreten açısından ne derece sağlıklıdır hiç düşündük mü? Kim bu ortamda keyifle öğrenmenin veya öğretmenin manevi hazzını hissedebilir?

Hâlbuki zorla bir şeyleri dayatmak yerine bu öğrenciler meslek okullarına gönderilseler eğitimden fevkalade bir verim alınabilir. Halen kısmen uygulanan (çıraklık eğitim merkezlerinde), hafta içi bir gün okulda, dört gün ise iş yerlerinde eğitimlerine devam edeceklerdir. Zaten dünyadaki uygulamalar genellikle bu şekildedir. Bu şekilde zamanında yapılmış doğru yönlendirmelerle öğrencilerin kabiliyetlerinin israf edilmesinin de önüne geçilebilecektir.

Unutulmamalıdır ki insanı muvaffakiyete götüren en önemli unsurlardan biri istek ve meraktır. İnsanın farklılıklarını, yeteneklerini, hedeflerini, isteklerini göz ardı ederek hepsini aynı ortamda aynı tarz eğitime tabi tutmak eğitim açısından gerçekten doğru bir yöntem midir? Balığa “uç”, kuşa “yüz” diyen bir eğitim anlayışı muvaffakiyet getirebilir mi? Nitekim getirmiyor: Milli Eğitim Bakanlığı 2019 yılında ABİDE isimli   PISA alternatifi diyebileceğimiz yerli ve milli test geliştirdi. Bu testin sonuçlarına bakalım.  Ülkemizde öğrencilerin % 66’sı temel okuma becerisinden uzak durumdalar.  Yine ABİDE verilerine göre okuduğunu anlamada üst düzey beceriye sahip öğrenci oranı sadece % 3 imiş.

ÇÖZÜM YOLU    

Sistem okulların başarısız olan öğrencileri cezalandırma yetkisi elinden alıyor.  Zorbalık yapanların okuldan atılması engellenmektedir. Öğrenciler başarısız olsa bile eğitim sisteminden çıkarılmak yerine “uydurma” notlarla geçirilmektedir.  Böyle bir ortamda  hangi eğitimden ve başarıdan söz edebilirsiniz?

Puanları aşırı oranda düşürerek mesleği yapacak ne kapasiteye ne motivasyona sahip olan niteliksiz öğrenci yığınlarını  üniversitelere toplayarak onları eğittiğimizi zannediyoruz.   Devletin bizden topladığı ağır vergilerle neredeyse bedava varan desteklerle  okuma kapasitesi olmayan öğrencilerin lüks yurtlarda beslenmesi doğru bir hareket mi? Çoğu öğrencilerin okullara devam etmediği, neredeyse bedava   yurt imkanlarını kullanarak başka işlerle uğraştığı dikkatten kaçmamaktadır.

Devletin ve ülkemizin ara eleman, yada kalifiye teknik eleman açığı çığ gibi büyüyor. Ülkenin ara, kalifiye ve teknik eleman yokluğu sebebi ile sanayi ve üretim tesisleri bir bir  kapanıyor.  Biz ise okumaya uygun olmayanları    ziraat- hayvancılık, ve girişimcilik yerine 4 yıl boyunca işe yarar şeyler öğrenmediği okullara sevkediyoruz. Bunların eğitimi boykot etmeleri sebebi ile öğrenmek  isteyen öğrenciler mağdur oluyor.  Öğretmenler bu yüzden mesleklerini icra edemiyorlar; bezgin haldeler.  

12 yıllık zorunlu eğitim dayatması gençleri hayatın gerçeklerinden uzaklaştırıp, eğitimin içini boşaltıyor.  Aileleri de çaresiz bırakıyor.  Köyler boşalıyor, mesleki kurumları bir bir kapılarına kilit vuruyorlar.

Kurduğumuz çarpık sistemde lise mezunu öğrencilerin neredeyse tamamına yakını bir şekilde üniversiteye devam ediyor. Aile desteği, devlet ve kurumların verdiği az-çok burslarla gençler bir süre daha gerçek hayatın dışında kalıyor. Ülke nüfusunun  neredeyse üçte birinin öğrenci olması ile  ülkeye binen yükün büyüklüğünü tasavvur edebiliyor muyuz? Üstelik bu nüfusun neredeyse tamamı tüketici konumda.  Üretimden uzak durumdalar.

Türkiye’deki pek çok sektör SOS veriyor, çünkü çok ciddi bir kalifiye eleman sorunumuz var. Nispeten genç bir nüfusa sahibiz ama işsizlik ve kalifiyesizlikte de zirvede bulunuyoruz.

Mobilya sektöründe çalışacak eleman yok, sanayide yok, inşaatta yok, tarlada yok. Yok!..

İnsanları zorla eğitemiyorsunuz.   Okumak istemeyenleri okutmak kadar yanlış ne olabilir? Bunları   ekonominin  en çok ihtiyaç duyulan alanlarda başta tarım ve hayvancılık olmak üzere üretim alanlarına yönlendirmek durumundayız.  Sonra…  Eğitimin herkes için parasız olma    saçmalığı bir an evvel son bulmalıdır.   Bunun yerine başarıyı ödüllendiren  burs sistemleri kurulacak ve bu burs öğrencinin üniversite notları ile doğrudan bağlantılı olacaktır. Üniversitede okumak isteyen ama üniversitede çalışmak yerine yatmak;  asalak hayat sürmek isteyenler  ciddi bir eğitim ücreti ile karşılaşmalıdır.

Herkes eşit değildir ve eşit ölçüde çalışmamaktadır.  Rekabet iyi ve kaliteli olanı hak etmeyenden  ayırır ve imkanları kişinin kendi fedakarlığı ve gayreti  ile yakalamasını sağlar.   Özgürlükçü ve serbest düşünce bize  fırsat eşitliği sunar. Aksi halde şimdi olduğu gibi  çalışmayan, düşünmeyen  ve risk almayan  yığınlar  çalışan ve gayretli  kişilerin sırtına biner;  asalak bir  hayat tarzı ortaya çıkar.  

Ne Yapmalı?

Amaç öncelikle eğitimi merkezi sınavların (gölge müfredat) altında ezilmesinden kurtarmak olduğuna göre, yetkililer ve uzmanlar geniş istişareleri ile en iyi ölçme ve değerlendirme sistemini oluşturacaklardır. Amaç, ölçme ve değerlendirme sisteminin, becerileri ve meziyetleri, analitik düşünceyi, yorumlama gücünü ve üretkenliği değerlendiren konuma yükseltilmesidir.

İlk iş olarak, geniş katılımlı istişarelerle lise mezununda olması gereken bilgi ve beceriler ortaya konulacaktır. Yani lise eğitimini misyonsuzluktan/amaçsızlıktan kurtarmak...    

Çözümün birkaç boyutu ve yolu olduğuna göre öncelikle ÖSYM sistemi gibi kökleşmiş kurumların da işin içinde yer aldığı  basit modeller üzerinde durabiliriz.  Mevcut sistemi, becerileri de değerlendiren konuma çıkararak ıslah etmenin yolları var.

Meslekleri itibarlı hale getirdiğimizde, mezunlara iş garantisi verdiğimizde zaten üniversite önünde yığılma kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Tabi ki bu arada üniversitelerimiz itibarlı ve kaliteli eğitimi ile her geçenin mezun olduğu yapı ve anlayıştan kurtarılacaktır.  Lise eğitimi yapılandırırken üniversite reformu birlikte ele alınmalı, kontenjenlar ülkenin ihtiyaçlarına göre belirlenmelidir.  Aynı şekilde liseler de tutarlı eğitimi ile  her önüne gelenin mezun olduğu yapıdan çıkarılmak zorundadır.   

Anlattıklarımızı şöyle toparlayabiliriz:  Problem için çok basit çözüm yolları olduğunu gösteriyoruz.  Akreditasyon sistemleri uygulayabilirsiniz. Liseleri eğitim kalitesine göre kredilendirmeye tabi tuttuğunuzda, yani bağımsız bir “öz değerlendirme sistemi” teşkil ettiğinizde öğrencinin ortaöğretim başarısını ve notlarını üniversiteye girişte esas haline getirebilirsiniz.  Böylece halihazırda hiçbir kredilendirme ve öz değerlendirme sistemine dayandırılmadan kaliteli (!) olduğu varsayılan nitelikli-niteliksiz lise ayrımı son  vermiş olursunuz. Liseler tek tip olacak, ancak eğitim kalitesi ile kredisini artıran liselerin öğrencileri üniversitede istediği bölüme kaydolmada önemli avantajlar elde edecektir.

Esasen dönüşümün temelinde eski yıllarda tecrübesini yaşadığımız (dışarıda adı Bakolarya olan) “Bitirme Sınavlarının” hayata geçirilmesi bulunuyor.  

Bitirme sınavlarının notları diploma notu olarak her sahada etkili ve baraj konumunu alırsa, okullar büyük ölçüde kendi düzleminde doğru bir eğitimin içine çekilmiş olacaktır. Bitirme sınavlarının yazılı ve mülakatlarının soruları şimdi olduğu gibi yine merkezi olarak hazırlanabilir. Merkezi sınavlarda ilgili kurumlarımızın kazanımları ve yüksek tecrübesi malum. ÖSYM gibi kurumlar bu tür sınavların organizesinde yine rol alabilirler.   

Bitirme sınavlarını son sınıflarda eğitim döneminin sonunda bir ay içinde her il ve ilçe milli eğitim müdürlükleri, üniversitelerle birlikte organize edebilir. 

Hulasa, en değerli gençlik enerjisi meslek öğrenmeye değil diploma almaya harcanmaktadır. Ucuz diploma ve diplomaların içinin boşalması ile ortaya çıkan adaletsizlik, okulları gözlerde hem çok küçülttü, hem de toplum hayatıyla okul  arasındaki değerli bağlar zayıfladı. Hatta yok oldu.

Ne öğreteceğimizi ne kadar iyi belirlersek belirleyelim, ölçme değerlendirme denilen sınav sistemi  ve öğretme metodu  doğru belirlenmemişse hedefe varamayız. İyi sınav sistemi ile iyi öğretim, fena  sınav sistemi ile  fena öğretim yapılır. Sınav  yapı ve düzeni muhtevadan ayrılmayan cilt ve beden gibidir.