Türk Dili ve Edebiyatında, kültüründe, yaşayışında; sayıların yeri hayli mühim malumunuz... Kırk, bu sayılar içerisinde en geniş kullanıma sahip olanlardan kuşkusuz... 

Göktürkler devrinde yaşandığı anlatılagelen esaretten kurtuluş mücadelesinde, Sarıırmak boylarında cenk eden Kürşad ve kırk yiğidinin kahramanlık destanı mesela! Niçin kırk yiğit? Bir hikmeti var muhakkak... 

Üçler, yediler, kırklar aşkına deyince, Hoca Ahmet Yesevi düşüyor insanın gönlüne... Hak aşkına kulaç atan kimi canların sırrının ifadesi değil mi “kırklara karışmak”?

Yeni doğan bebeğin ömrünün ilk günleri ve annesinin lohusalık süreci kırk gün ile bağlanmış. “Kırkı çıkmadan” her ikisi de normal hayata karışmaktan imtina eder. İkisi de her şeyden azami derecede sakınılır. 

Anadolu'da, vefatların kırkıncı günü Kur'an ve mevlid tilaveti de icra edilen bir gelenek olarak devam etmekte...
İçinden çıkılmaz vaziyetler için, “kırk katır mı kırk satır mı?” tabirini çokça kullanırız. “Kırk kat düğüm” deyimi de benzer durumlara izahat getirirken başvurduğumuz ifadelerdendir.

Yavuz Sultan Selim Han, kutsal emanetleri Topkapı Sarayına getirdiğinde, kırk hafız tarafından yirmi dört saat kesintisiz Kur'an okunması uygulamasını başlattığında, kırkıncı hafız bizzat sultanın kendisi imiş. 

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimize (s.a.v) ilk vahiy kırk yaşında geldi. Buradan anlayabiliyoruz ki; âdemoğlu için kâmil olma eşiği kırk yaş... Demek ki “Kırkından sonra azanı teneşir paklar” diye söylenmesi aynı hakikate bir gönderme…

“Adama kırk gün deli demişler, kırkıncı gün deli olmuş” derler... Kırk sayısının, tekrar edilen arzuyu olur kılan bir sırrı da var belki... Lüzumsuz tekrarlardan, özellikle de menfi tekrarlardan bucak bucak kaçmak icap ediyor!

“Bir deli kuyuya bir taş atar da kırk akıllı çıkaramaz!” Sanırım on yıllardır dünyada yaşayıp gittiğimiz keşmekeşin özeti bir söz… Hoş! Akıllılık da zaman içerisinde olup giden kavram kargaşasıyla mahiyet değiştirenlerden… Kuyular ve taşlar keza… 

İlkbaharın son, yazın ilk günlerinde nasibimize düşen yağmurun adı “kırkikindi” değil midir? Kırk gün boyunca ikindi vaktinde toprakla buluşan rahmetin havayı dolduran bereketli kokusu nasıl da ruh okşayıcıdır âh! Gökyüzünün görünür görünmez parsellenişini yaşarken, ruhumuzu neyin okşadığı hususunda kararsız kalmamız ise ne kadar tuhaf… 

İkna etmede, kantarın topuzunu kaçırana “kırk takla” attı denir. İkna ile aldatmanın arasında incecik bir çizgi var sanki… Buradaki takla, mefhumları tersyüz etmekten süzülüp gelen bir vurgu olmasın? 

“Kırk küp, kırkının da kulbu kırık küp!” derken… Aslında al birini vur ötekine deriz bunu söylerken... Seçeneklerin daraldığı, kıymetli hasletlerin gittikçe sırra kadem bastığı zamanımız için kulpsuzluk sıfatını yapıştırsak çok mu?

Haddinden fazla kirlenmişliği ortadan kaldırmak için yapılan kusursuz temizliğe “kırklamak” tabirini kullanırız. Bunu düşününce; bu dünya işleri, bütün bu olan biten kırklamayla çıkar mı? Kırklamak kan izini siler mi mesela? Zulüm lekesi kırklamayla hallolur mu? 

Tebessümlerimiz artık “Kırk yılda bir”… Saadet kırıntıları “Kırk yılın başında” serçe yüreklerimizin gagasına tesadüf eder olmuş. Hoş… Gitmeye geldiğimiz şu fani dünyada neşe neyimize değil mi? Bunun için “Kırk yılda bir kıran olmuş eceli gelen ölmüş” demez miyiz?  Lakin “kıran” döngüsünü öyle daraltmış ki her daim başımızda döner olmuş… Meğer “kıran” döner olmuş da fukaralık “iskender”!

“Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır” sözü de “vefa”nın bir semt ismine sıkışıp kalması gibi değil mi? Hem artık farklı usul kahveler içtiği için insanımız, hatırdan azade tertemiz! O değil de… Türk’ün kahvesi bile sürgün… Ona yanarım! İsmet ÖZEL “kalın Türk” demişti ya… Ona bir de “gariban Türk” eklemek lazım sanki…

“Tek ayak üstünde kırk yalanın belini bükmek” artık hayatımızın her evresinde gördüğümüz, bildiğimiz, çok defa acıyla tecrübe ettiğimiz bir spor dalı olarak yaygınlığını arttırmakta…  Dürüstlükten kaynaklanan obeziteden(?) kurtuluruz bu gidişle… Ne mutlu! “Biz kırk kişiyiz, birbirimizi biliriz” değil mi? “Kırk tarakta bezimizin olması” da niyet ayak izimizi örtmeye yetmez.

Niyet deyince, huyu bozulan cemiyetimizin güzel(?) kapanına kısılmış olması ne kadar acı… Güzel dedimse dayatılmış, silikonik bir heyuladır kastım… Hâlbuki atalar “Güzele kırk günde doyulur, iyi huyluya kırk yılda doyulmaz” dememiş mi? Huysuzluk da elbet sıkıntılı bir hal ama huyu bozukluk pek fena! “Kılı kırk yarmak” ile de çıkılamaz bu işin içinden… Hem zaten haydan gelen huya gider!

Neyse erbainin açılış haftasında bu kadar kırk mevzuu yeter…