"Küfür ve fitne devri kapandı. Şimdi riya devrindeyiz. Onun da eceli gelmiştir beyler. Gözü olana gün ışımıştır!" "Küfür ve fitne devri kapandı. Şimdi riya devrindeyiz. Onun da eceli gelmiştir beyler. Gözü olana gün ışımıştır!" 

                                                                                                       Fethi Gemuhluoğlu

        Mahşerin dördüncü atlısı da atına bindi ve gitti. Fakat bu sefer o ünlü fötr şapkasıyla değil de her fânî gibi sevaplarıyla ve günahlarıyla terk etti hayat sahnesini. Bizim kuşak dünyaya “merhaba” dediğinde Süleyman Demirel siyasetin en aktif öznesiydi. Çocukluğumuzun geçtiği yetmişli yılların siyaset arenasındaki dört ana figürden birisiydi o. Dört ana eğilimi temsil eden dört siyasî lider (Demirel, Ecevit, Erbakan, Türkeş) âdeta iskambil destesindeki dört temel simge (karo, kupa, maça, sinek) gibiydi o günlerin Türk siyasî hayatında. Her biri bulundukları mevkie sanki tapulamışçasına oturmuştu.

        Süleyman Demirel belki içlerinde en yaşlı olanı değildi ama siyasî açıdan en kıdemli olanıydı. Hepsinden daha önce siyasete girmiş ve yine hepsinden evvel ikbal merdivenlerini tırmanmaya başlamıştı. Ve yine hepsinden sonra da o terk etti sahneyi. 

        Türk toplumu, Süleyman Demirel ismini ilk olarak 1950’li yılların birinci yarısında işitmeye başladı. Seyhan Barajı’nın proje mühendisiyken devrin başbakanı Adnan Menderes’in dikkatini çekmiş ve 1954 senesinde Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü bünyesindeki Barajlar Dairesi Başkanlığı’na atanmıştı. Bir yıl sonra da çalıştığı kurumun genel müdürü oldu. Otuz yaşında Türkiye tarihinin en genç genel müdürü sıfatını kazandı. Bürokraside geçirdiği bu yıllar siyasete hazırlık stajıydı kendisi için.

        Altmışlı yılların başında bürokrasiden siyasete transfer olan genç bir bürokrattı. Bürokrasi tecrübesini mühendislik formasyonuna ekleyerek kulvar değiştirip politikaya yöneldi. Kendisini tanıyanlar siyasete girmeden önce “fazla konuşmayan, sessiz ve mutedil bir kişilik” olarak tanımlıyorlardı onu.

        Devlet bürokrasisinde kazandığı deneyimle Adalet Partisi’nin genel idare kuruluna seçilerek otuz sekiz yaşında atıldı siyasete. 27 Mayıs sonrasının şartlarında Anadolu insanının ümidi olarak çıktı meydanlara. Hiç ummadığı bir anda devlet kuşu başına kondu. Kırk yaşında genel başkan, bir yıl sonra da başbakan oldu. Osmanlı’daki sadrazamlarla kıyaslandığında ise çok da erken bir yaş değildi bu. Türkiye tarihinin en genç başbakanı olan Fazıl Ahmet Paşa, Demirel’in başbakan olduğu yaşta dünyasını değiştirmişti.

        Şahsı adına son derece münbit ve elverişli bir siyasî ortam yakalamıştı. Celal Bayar da dâhil olmak üzere eski Demokrat Partililerin tamamı siyasî yasaklı kapsamındaydı. 27 Mayıs’ın zulüm çemberinden geçen o isimlerin ayrıca aktif siyaset yapacak hâlleri de yoktu. Ragıp Gümüşpala’nın anî ufulü ise şahsı namı hesabına devlet kapısını sonuna kadar açtı ve ikbal yıldızını siyaset kalesinin burcuna dikti.

        İlk başbakanlığı günlerinde, içinden çıktığı siyasî geleneğin duayeni mevkiindeki Celal Bayar, Demirel’i hafife alır ve ondan; “Bizim su işleri müdürü…” diye bahsederdi. Postal gölgesinin siyasetin üzerine düştüğü o sıkıntılı devrede dahi mensubu bulunduğu siyasî geleneğin kodamanlarına bile kendisini kabul ettirememişti. Zamanla Türk toplumu, her devrin adamı olan bu şahsı daha yakından tanıdı ve devrin şartları icabı da kabullendi.

        Her siyaset adamı gibi Demirel’in de nev’i şahsına münhasır özellikleri ve mümeyyiz vasıfları vardı. Usta politikacıların mahir oldukları hususlardan biri de cevap vermek istemedikleri bir soruyu nasıl cevapsız bırakacaklarını bilmeleridir. Süleyman Demirel ise bu işin şahıydı. Belki de bu, bir siyasetçi olarak onun en önemli husûsiyetiydi. “Çok konuştu ama hiçbir şey söylemedi.” denir ya, işte tam o cinsten. Katır yüküyle laf söyler fakat sözlerinde dişe dokunur bir şey bulunmazdı. Gerçek cevabın yanından dahi geçmez, söylenmesi gerekeni daima yutardı. Sözlerinin satır arasında gezenler bile fazla bir şey bulamazdı. 

        Bu siyasî tutumun trajikomik tezahürlerini hem iç hem de dış politikada görmek mümkündü. Andreas Papandreou; “Ege’nin %97’si Yunanistan’ındır.” derken Süleyman Demirel’den; “Ege, dört asır boyunca bizim iç denizimiz olmuştur; tarihte bizimdi, bugün de bizimdir.” gibisinden bir açıklama duyamazdınız. Kendisine; “Sayın Başbakan, Yunanistan, Ege Denizi’nin Yunan gölü olduğunu savunuyor, cevabınız ne olacak?” diye sorulduğunda; “Ege bir Türk gölü değildir, Ege bir Yunan gölü de değildir. Binaenaleyh Ege bir göl de değildir.” cevabını vermişti. Her zamanki gibi lafı eveleyip geveliyor, siyasî coğrafyadan fizikî coğrafyaya uzanıyor, mes’eleyi bağlamından kopararak laf kalabalığına boğuyordu.

        Kısacası kanayan yaraları, kronikleşen problemleri halının altına süpürmek siyasetinin esası hâline gelmişti. Nitekim "Mes’eleleri mes’ele etmezseniz, ortada mes’ele kalmaz." sözü kendisine aittir. Daha doğrusu problemleri zamanın çözmesine endeksli bir siyasetçiydi. O yüzden de hiçbir zaman hâdiselerin önünden yürümedi, onları hep geriden takip etti. Hâdiselere takaddüm edip problemleri bir an evvel çözmek yerine nisyana terk ederek çürütmeyi tercih etti. Milletin menfaati ile ilgili çetrefil bir mes’elede cesur davranıp inisiyatif kullandığı hiçbir zaman için görülmemiştir. Statükoyu zorlamak yerine mevcudu muhafaza edip tahkim etmekten öte bir icraatı olmadı. Siyasî tavrı, futbolda galibiyet ya da beraberliğe razı bir takımın, fazla riske girmeksizin topu kendi arasında çevirmek suretiyle zamana oynamasına benziyordu. 

        Süleyman Demirel’in altı defa gidip yedi defa dönmesinin sırrını birazcık da burada aramak gerekir. İç ve dış dengeleri daima gözetti ve küresel güç merkezleriyle iyi geçinmeye çalıştı. Zülfi yâre dokunacak açıklamalardan da çoğu zaman kaçındı.

        Son başbakanlığı dönemindeydi. Kürt siyasî hareketinin mümessili(!) olan bir partinin kongresinde; “Mehmetçiği vur, Kürdistan’ı kur!” sloganları atılmıştı. Küstah ve cüretkâr bir kalabalık Ankara’nın göbeğinde âdeta devlete meydan okumuştu. Gazete muhabirleri tarafından kendisine bu durum sorulduğunda; “Bu ülkenin hâkimi var, savcısı var, emniyet güçleri var. Gereken yapılır.” cevabını verdi. Benzer mes’elelere ilişkin sorulara verdiği cevapların da bundan pek bir farkı yoktu. Hassas konulara girmemeye çalışır, sorulduğu zaman da kendisini aradan çıkartarak cevaplandırırdı. Devlet erkini elinde tutmasına rağmen bu gibi durumlarda köşeye çekilir, kendisini muhatap kabul etmez, devletin hâkimini, savcısını, kolluk kuvvetlerini adres olarak gösterirdi. Endişelenecek bir durum olmadığı havasını yaratır, serinkanlı bir tutum sergileyerek tansiyonu düşürmeye çalışırdı.

        Süleyman Demirel, dünya sistemi ve Kemalizm’le uzlaşan konformist tabiatı sayesinde altı defa gidip yedi defa dönebilmiştir. Sistemin efendileriyle cumhuriyetin elitleri Anadolu’nun bağrından devşirdikleri bu şahsı en başta benimsemeseler de daha sonra uysal ve itaatkâr tabiatı sebebiyle tekrar tekrar denediler. Eyyamcı ve biat etmeye yatkın duruşu sayesinde iktidarla muhalefet arasında mekik dokudu. Bazen başkaldırsa bile bu tutumunu uzun süre devam ettirebilecek bir cesaret ve dirençten yoksundu.

        Muhakkak ki her sorunun hakîkî karşılığı vicdanında mahfuzdu. Ama o hayatı boyunca derunundakini gizlemeyi tercih etti. Bu tutumuna sebep de konjonktüre aykırı düşmekten korkmasıydı. Sadece politikayla ilgili mes’elelerde değil, yakın tarihe ilişkin yorumlarında da geçerliydi bu tavır. Hayatının son yıllarında bir zamanlar siyasî muarızı olan Bülent Ecevit bile Vahdettin hakkında daha iyimser bir tablo çizer ve o mazlum padişahın boynuna asılmış hain yaftasını haksız bir değerlendirme olarak nitelerken Demirel, her zamanki güvenli liman arayışından dolayı Kemalist ideolojinin ezberine sadık kalmayı tercih etti. Aynı yaklaşım tarzının bir benzerini Çerkez Ethem bahsinde de gösterdi. Cumhurbaşkanı olduğu dönemde kendisini ziyarete gelen Çerkez Dernekleri’nin yetkilileri ders kitaplarında; “Çerkez Ethem’in ihaneti” şeklinde yer alan ifadenin kendilerini rahatsız ettiğini, bunun değiştirilmesini, en azından Çerkez ibaresinin çıkarılmasını talep ettiler. Demirel her zamanki tavrıyla misafirlerine nazikçe “Hayır.” dedi.

        Konjonktürlerin adamıydı. Gerçeklik algısı da ona bağlı olarak değişirdi. Konjonktürün dışına çıkmamaya özen gösterirdi. Vazifesi statükoyu zorlamadan konjonktüre uygun tavır almaktı. Belli bir dünya görüşüne bağlı olduğunu düşünmüyorum. Fikri yoktu ama zikrinin değişmesi için konjonktürün de değişmesi lazımdı.

        Soğuk savaş döneminin bu politikacı tipi, mutemedi olduğu dünya düzeninin şartlarına göre hareket etti daima. Her zaman sınırlarını bildi ve o sınırları aşmamak için de büyük bir dikkat ve itina gösterdi. Görevi, mevcut yapıyı tahkim etmekti. Siyasî hayatı boyunca hep statükonun bekçiliğini yaptı.

        Kendisinin yeni cumhurbaşkanı seçildiği günlerden biriydi. Bir araştırma için Ankara Milli Kütüphane’ye gitmiştim. Kütüphanenin iç pencerelerinden birine asılmış olan bir gazete küpürü dikkatimi çekti. Üzerinde Demirel’in o güne kadar hiç görmediğim, gözleri kapalı bir resmi vardı. Altında ise aynen şöyle yazıyordu: “Amerika’yı dinliyorum, gözlerim kapalı.”

        Su mühendisi olması dışında Demirel’in tek hobisi siyasetti. Kelimenin tam anlamıyla bir “homo politicus” denebilir. Politika dışında hobileri, özel ilgileri olan bir kişiliği yoktu. Politika yiyen, politika içen, politikayla yatıp politikayla kalkan bir siyasî muhteristi o. İsmet Paşa’nın satranç, Turgut Özal’ın bilgisayar gibi merakları vardı. Demirel’in ise böyle bir keyfiyete sahip olduğunu söyleyemeyiz. Zamanla edindiği birtakım alâkalara bile siyasî hayatta kendisine avantaj sağlayacağını düşündüğü için yönelmiştir. İleri yaşında İngilizceyi konuşacak seviyede öğrenmesi bile bu maksada müteveccihtir. Nitekim ABD siyasetinin duayen ismi Kissinger, yıllar sonra onun için; “Süleyman Demirel, siyasete girdiği ilk günlerde bizimle Türkçe konuşurdu, bugün ise İngilizce konuşuyor.” demişti.

        Kendisinin büyük bir hatip olduğu yönündeki beyanlara kesinlikle itibar etmedim. Konuşmalarında son derece basit, yalın ve herkesin anlayabileceği bir dil kullanıyordu. Zaten halka ulaşabilmesinin sırrı da orada yatıyordu. Yoksa onda ne Adnan Menderes’in konuşmasındaki zarafet ne de Osman Bölükbaşı’nın hitâbetindeki talâkat vardı. Çoğu konuşması haşviyat, yani doldurma laftan ibâretti. Miting meydanlarında “benim işçim, benim köylüm, benim memurum...” derken oportünizmin ve oy avcılığının en nadide örneklerini sergilemiştir.

        Tarih Süleyman Demirel’i büyük bir demagog olarak anacaktır. Kelimenin tam anlamıyla bir demagoji fenomeniydi. Hatipliğine yönelik övgü dolu yorumlar ise şişirmeden ibârettir.

        Otuz yıllık bir emeğin mahsulü olan merhum Nejat Muallimoğlu’na ait “Hitabet: Bütün Yönleri İle Konuşma Sanatı” isimli nadide bir eser vardır. Eserin sonunda da büyük felsefeci ve siyasilerin konuşmalarından seçilmiş dünya hitâbet sanatından örneklerin yer aldığı bir bölüm mevcuttur. Kendisinin hiçbir konuşması kesinlikle bu esere girebilecek evsafta bir hitâbet örneği değildir. Nitekim çağdaşı olan Muallimoğlu da hiçbir konuşmasını eserine almamıştır.

        Demirel’in en câlib-i dikkat ve belki de alkışlanmaya değer meziyeti muhteşem hafızasıydı. Yıllar önce sadece bir defa gördüğü bir kişiye bile yıllar sonra karşılaştığında ismiyle hitap edebilmesi herkesi şaşırtırdı. Hem kendisini hem de Bülent Ecevit’i aynı yıl peşi sıra ziyaret eden bir müteahhitten işittiğim şu anekdot, kendisi ile çağdaşları arasındaki farkı göstermeye yeter: “1973 yılıydı. Önce Demirel’i, daha sonra da Ecevit’i heyet hâlinde ziyaret ettik. Beş kişiydik. Demirel, tanışırken isimlerimizi sordu ve ondan sonra da ikinci defa sormaya gerek duymadan hepimize isimlerimizle hitap etti. Ecevit ise konuşma esnasında sadece bana, belki beş sefer ismimi sordu.” *

        1992 senesinde başbakanken Rize’ye gider ve Rize’de partisinin gençlik komisyonları başkanı ile tanıştırılır. Bu genç delikanlının adı da Süleyman’dır. Genç politikacı Demirel ile ancak birkaç dakika konuşma fırsatı bulur. Aradan altı ay geçer ve bu genç politikacı bir davet için Rize’den Ankara’daki DYP Genel Merkezi’ni arar. Telefonu Demirel’e bağlarlar. Delikanlı söze; “Efendim, ben Rize Gençlik komisyonları başkanıyım.” şeklinde giriş yapar fakat daha ismini zikretmeye fırsat bulamadan Demirel’den karşılık gelir: “Merhaba Adaş!” **

        Türkiye coğrafyasını avucunun içi gibi bilen tek siyasetçiydi. İktidarda olduğu yetmişli yıllarda Manisa’nın Kırkağaç ilçesine bağlı bir köyün sakinleri, randevu alıp heyet hâlinde Süleyman Demirel’i ziyarete giderler. Köyü, merkeze bağlayan bir yol yoktur ve talepleri de köy ile Kırkağaç arasına bir yol yaptırtmaktır. Köyün Kırkağaç’a olan uzaklığı on sekiz kilometredir. Kendi aralarında şöyle anlaşırlar: “Biz daha işin başında beyefendinin gözünü korkutmayalım. Mesafeyi olduğundan daha kısa gösterelim, on iki kilometre diyelim. Bu aşamada önemli olan ödenek çıkartmak. Beyefendi onay verdikten sonra nasıl olsa yolun tamamı yapılır.” Taleplerini aynen bu şekilde Demirel’e iletirler. Demirel, kısa bir sessizlikten sonra şöyle cevap verir: “Ödenek çıkartırız, o kolay da… Yalnız sizin bir yanlışınız var. Sizin köy ile Kırkağaç arası on iki kilometre değil, on sekiz kilometredir.” ***

* Bu şahâdeti İzmir’in Dikili ilçesinde yaşayan müteahhit Özen Özen’den dinledim.

** Demirel’in hafızasıyla ilgili bu hatırayı DYP’nin eski Kütahya İl Başkanı İlhami Özatağ’dan dinledim.

*** Demirel’in hafızasına ilişkin bu hâdiseyi, Bergama’nın Göçbeyli nahiyesinde oturan Ali Özaydın’dan dinledim.