“Deprem kader değildir. Ama biz bu cümleyi kaderi inkâr etmek ve depremin tesadüfen meydana geldiğini söylemek için kullanmıyoruz. Maksadımız, insanları tedbire davet etmek; deprem kuşağında yerleşim birimleri kurmamaları, inşaatları depreme dayanıklı yapmaları için söylüyoruz.”

Bu sözleri bugünlerde sıklıkla duyuyoruz. Ağızdan çıkan yanlış kelimeler bazen tabancadan rastgele atılan mermiler gibi tehlikeli olabiliyor. Kader ve tevekkül ince bir mesele olduğundan idrak edilmesi için zihnen bir çaba gerekiyor. Kader denilince hemen hatıra miktar ve ölçü, plan geliyor. Her işin Allah’ın ilminde olduğunu anlıyorsunuz.

AĞACIN KADERİ ÇEKİRDEĞİNDE SAKLI

Şimdiye kadar kaderi inkâr eden maddeciler bile genom projesi karşısında fikir değiştirmeye başladılar. Kromozomlardaki genlerde geleceğimizin (özelliklerimizin) yazılı olduğunu görüyorlar. Kişilik farklılıklarının çoğu genlerdeki farklıklara bağlı olarak ortaya çıkmaktadır.

Kaderin ihtiyari ve ızdırari kader diye çeşitleri var. İnsan, bilir ki, irademizin devre dışı olduğu doğduğumuz yer, anne-babamız, cinsiyetimiz, boyumuz, rengimiz genler ile takdir edilmiş, biyolojik özelliklerimiz hep kaderin takdiri iledir. Bu ızdırari (zorunlu) kader sınıfına girer. Bunlardan sorumlu olmayız.

Ancak kendi özgür irademizle işlediğimiz fiil ve davranışlar vardır. Tercihi kendi irademizle yaparız. O yüzden de ortaya çıkan neticelerden sorumlu hale geliriz. İnsanlar kendi tercihini nasıl ve ne yönde kullanırsa, Allah ona göre neticeleri halk ediyor. Biz tercihimizi yaptıktan sonra neticeyi yaratan Allah’tır. Bu kader tecellisine de ihtiyarî kader denmektedir. Her insan hareketlerinde serbest olduğunu vicdanen de bilmektedir. Hiçbir baskı ve tesir altında kalmadan istediğini yapabildiğine bizzat kendisi şahit olmaktadır. Demek ki insan kader mahkûmu değildir. Kul ister, Allah yaratır. O yüzden davranışlarından sorumlu hale gelir.

Hadiselerin sebepler eliyle yaratılmalarında hangi hikmetler var? Bu mucize eserleri, kimileri Allah’tan bilecek; kimileri de sebeplere verecek ve şirke düşecek. İnançlar bu şekilde test edilmektedir. Günümüzde, geçmişte tapılan, çeşitli insan elinden çıkma putlar yok ama onun yerini alan “sebepler, tesadüf ve tabiat” tanrıları var.  Üstelik bilim bu tür bir inançsızlığa alet edilmektedir.

Sebepler adi aciz ama ortaya çıkan neticeler olağanüstü. Bu da gösteriyor ki sebepler yaratıcı konumunda değiller; adi bahaneden ibaret olup, İlahi Kudret’in izzetine perde olmaktadır. Hak Teâlâ icraatını sebepler yolu ile yürütüyor. Gafil olmayanlar sebepler perdesi arkasında O’nun elini her daim müşahede eder.

KADER OKYANUSUNDA GEZEN GEMİLERİZ

Sebeplerin bir araya gelmesiyle de mutlaka netice hâsıl olmuyor. Tarlaya tohumu ekiyorsunuz. Tüm şartları hazırladığınız halde mevsim yağmursuz geçiyor ya da bir don oluyor. Yahut ekini dolu vuruyor. Ya da bir haşarat musallat oluyor. Böylece tedbirler işe yaramıyor; sebepler başka sebeplerle bozulmuş oluyor.

Bu durumda yapacağınız belli; şartları yerine getiriyorsunuz, neticeyi Allah’tan bekliyorsunuz. Allah’a güvenmek ve onun işine karışmamakla rahat ediyorsunuz. Tevekkülün kısa bir anlamı bu…

Kader okyanusunda yüzen birer gemiye benzetebiliriz kendimizi. Şunu da unutmamak lazım ki tedbir alınsın veya alınmasın, her halükarda olup bitenler ‘kader’ dairesinde cereyan ediyor. Tedbir almamaya kader diyemeyeceğiz gibi, tedbir almakla da kaderden kurtulamıyoruz. Gemi rota değiştirmekle okyanustan çıkmış olmuyor. Rotamızı ne yana çevirirsek çevirelim, tedbir alalım veya almayalım o ilim okyanusundan ayrılmış olmamız mümkün değil.

Ateist ve inkârcı birisi değilseniz, bu âlemin sahibinin her işini hikmetle yürüttüğünü, kullarını ve yarattıklarına çok şefkatle muamelede bulunduğunu bilirsiniz. Deprem tekrar gelir de bizi de etkiler mi? Bu korku ile tir tir titremek ve hayatı azap haline getirmek akıllı adamın yapacağı iş değil elbette. Ama ne var ki tevekkül anlayışınız yoksa ve kader inancına sahip değilseniz olaylar karşısında dehşete kapılmamanız ve ümitsizliğe düşmemeniz mümkün olmuyor.

Kendi iradeniz dışındaki kaderin hükümlerine razı olur; kaderin hükümlerine itiraz etmezsiniz. Hikmetini bilmesek de Allah’ın bizim hakkımızda takdir ettiklerinde hayır bulunduğunu düşünür: Ondan gelen şer de hayırdır, çirkinlik de güzeldir deriz.

Tabiatın ve kâinatın bir sahibi vardır. O da Maliku’l Mülk olan Allah’tır. Modern insan kendini tabiat üzerinde sahip ve efendi görüyor, başka sahip ve malik istemiyor. Günümüzün materyalist insanı yaratıcı, tekvin edici Allah fikrinden hoşlanmıyor. Bunu ateistler gibi açıktan reddetmese bile ya agnostikler gibi “bilinmezlik” sisi içine gömüyor veya deistler gibi Allah’ın bu konuda konuşmadığını iddia ediyor. Bu sistemin kültürel beslenme kaynağı laiklik ve sekülarizmdir. Mevcut müfredatın laiklik bahanesi ile kültürel ve dini kodlarımızdan kopuk olması bu memleket için en büyük talihsizliktir. Bu şekilde bilim sahibinden kaçırılmış hırsız konumuna düşülmekte ve ateizmin kucağına itilmektedir. İnsanlar, musibet ve belalar karşısında dayanak noktalarından ve teselli menbalarından mahrum bırakılmaktadır.

İSTİMDAT VE İSTİNAT NOKTALARINI KAYBETMEMEK

İnsan tabiatı icabı darda kaldığında imdadına yetişecek birisini arar. Yine fıtratında sürekli dayanacağı bir istinat noktası ister. En inançsız insanın bile en dar zamanında “Allah” demesi imdadına koşacak; her şeye gücü yeten birisine olan ihtiyacın açık bir tezahürü olmaktadır.

Çaresiz kaldığında imdadına yetişecek bir kapı ve ona sahip çıkacak dayanak noktası bulamazsa onu başta ölüm olmak üzere başından eksik olmayan deprem, hastalık gibi elem verici hadiseler ziyadesi ile korkutur ve endişeye sevk eder. Allah’a inanmayan ve tevekkül etmeyen insanların kendisini yetim ve sahipsiz hissetmelerinin sebebi budur. İstimdat ve istinat noktalarının kaybeden insan, temeli sağlam olmayan binanın yıkılması gibi ruhen çökmektedir.

Metafizik dünyaya kapalı ve materyalist ideoloji ve felsefenin güdümünde kalan bir kısım medyamız, bazı çevreleri de arkasına alarak haberleri hem kültürel ve geleneksel kodlarımıza hem de inanç değerlerimize ters bir şekilde sunmaktadır. Kader ve tevekkül anlayışımızı göz ardı etmektedir. Âlem sahipsiz, olayları tesadüf oyuncağı olarak görülmekte; sebepler yaratıcı yerine konulmaktadır.

Tevekkülün, sebeplere teşebbüs konusunda kendisine düşen görevi yerine getirdikten sonra neticeyi Allah’tan beklemek olduğu gerçeğini gözlerden saklıyor, tedbiri aldıktan sonra O’nun takdirine razı olmak anlamında olduğu gerçeğini inkâr ediyorlar. Hatta tevekkülü tembellik, miskinlik olarak anlamak istiyorlar. Tevekküle saldıranlar pekâlâ da biliyorlar ki tevekkül tedbirden sonra alınan bir eylem ve düşünce tarzıdır. Elbette ki gerçekleri bu şekilde saptıran çevrelerin iyi niyetinden söz edilemez.

Bu çevrelerin hemen herkesin bildiği şu olaydan habersiz olmaları mümkün değil: Adamın birisi Hz. Resul’e (sav) sordu: “Ey Allah’ın Resulü! Devemi bağlayarak mı yoksa salıvererek mi Allah’a tevekkül edeyim?” Hz. Peygamber (sav) cevap verdi: “Deveni bağla, sonra Allah’a güven ve dayan” (Tirmizi Zühd, 2517).”

Şimdi, tevekküle karşı çıkan adama soralım. Bina inşa olurken deprem şartnamesinin tüm gereklerini yerine getiriyorsun ve gerekli tedbirleri alıyorsun, sonra da şu duygu ve inançla evine geçiyorsun: “Ben her tedbiri aldım. O Hâlık-ı Kerîm benim için ne takdir ederse onda hayır vardır. Benim kudret ve kuvvetim gibi fikrim de kısadır. O halde, O’na tevekkül ve itimat ediyorum. Ben her tedbiri aldım. Buna rağmen başıma gelenleri ve neticeyi sabır ve rıza ile bekliyorum.”

Bu şekilde düşünen kişi ne kadar rahat eder öyle değil mi? Bir hasta, ameliyat olup doktorun verdiği ilaçları kullandıktan sonra Allah’a tevekkül ederek sabır içinde şifa talep eder. Yoksa tevekkül etmeyerek neticeyi aşırı bir merakla beklemesi halinde mânen perişan bir vaziyete düşecektir.

Elbette ki insanlar evlerini depreme dayanıklı bir şekilde yapmamışlarsa sebeplere teşebbüs etmemiş, Allah’ın koyduğu fıtrat kanunlarına karşı çıkmış, tevekkülü de yanlış anlamış olurlar. Bu yanlışlığın cezasını dünyada da çekerler.

Ama ne var ki, en güçlü tedbirleri alsanız bile teknik ve teknolojiniz aciz kalabiliyor. Japonya’da Fukuşima Nükleer Santrali ve tsunami felaketini hatırlayalım.

Ne var ki sebeplerin de bir sınırı var. Deprem olmasın diye yerin yüzlerce metre altına derin ve sağlam kazıklar çakamayız. Ama deprem kuşağındaki evimizi çok sağlam yapabiliriz. Tabiat insanın “babasının çiftliği” değildir. Modern insan zannediyor ki, arz üzerinde ve altında sayısız düşman, yıkıcı olay ve afet varsa bile, insan ilerleyen zaman içinde bilim sayesinde hepsini teker teker etkisiz hale getirecek, çiftliğe hakim olacaktır.

Deprem ve diğer tabii afetlerle aczimizi-sınırlarımızı daha iyi anlıyoruz. Allah, bize hem sınırlarımızı, hem kendisini hatırlatıyor.

“ÇALIŞMAK ADETİM, TEVEKKÜL HALİMDİR”

Sebepler dünyasında yaşadığımızı biliyoruz. Ekmeden biçemeyeceğimizi de. Bu yüzden sebeplere teşebbüs eder ondan sonra da Allah’a tevekkül ederiz. Zira, ağaçtan meyve, topraktan buğdayı ve bu âlemden insanı süzüp çıkaran O’dur.

Tevekküle karşı çıkanlar, küçücük mikroba ve virüse mağlup olan kendi aciz ve zayıf nefislerine itimat etmiş oluyorlar. Allah’ın yardımını, ihsanını düşünmüyorlar. O mutlak iradeyi bilmeyerek hayatlarını endişesiz sürdüreceklerini zannederler. Görünüşte bir nevi tevekkül içinde yaşarlar. Ama tevekkülden bahis açıldı mı hemen gururları kabarır. Onların bu tavırlarının arkasında Allah’ın sonsuz kudretine karşı çıkma psikolojisi vardır. Bunları oyuncak uçaklarla galaksileri fethe çıkan, tabancalarıyla yıldızları birer birer düşüreceklerini sanan ahmak çocuklara benzetebiliriz.

Evet, insanın gücü de ilmi de sınırlı. Allah’ın işine karışamayız. Sıçramakla ellerimizi Ay’a vuramayız. Ya da ışığı azalmasın diye Güneşe elektrik ihraç edemeyiz. Yahut da arz küremiz arıza yapınca, aşağı inip arkadan itekleyemeyiz.

İhtiyarlığa dur demek için saçları boyatmak çözüm olmuyor. İnsanın iradesi de gücü de sınırlı: Bazı insanlar korkusunu yenmek için, karanlık sokaklardan geçerken türkü söylermiş.

Tevekkül etmeyenlerin ölüm karşısındaki durumunu buna benzetebiliriz. Ölüm korkusunu kahkahayla boğarak yenebilir miyiz?

Gerçekten de tevekkül ve kader inancı, en büyük bir huzur ve teselli vesilesi. Çünkü bu anlayış insanı “Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler” anlayışına sahip kılar.

İnsanın yolu birçok defa hastalıklara, musibetlere, çaresizliklere, ihtiyarlığa da uğrar.

Bütün bu safhalarda insan tevekkül etmeden nasıl yaşayacak? Bir hasta, muayene olma ve ilâç alma safhalarından sonra şifa bekleme dönemine girer. Doktoru da yanı başında onun iyileşmesini bekler. Bu bekleyiş Allah’a tevekkülden başka bir şey değildir aslında…

Tevekkül, hastalığa olduğu gibi, ihtiyarlık mevsimi ile insanın yüzüne daha fazla vuran, ölüm habercisi soğuk rüzgârlara karşı da en büyük teselli ve dayanak halini alır. Tevekkül etmeyen insanlar aklın tacizinden kurtulmak için çözümü aklı uyutmakta görüyorlar. Bunun için eğlence ile aklın tacizinden kurtulacağını zannediyorlar.

Eğlencelerle, dizilerle hayatın gerçeklerinden ve elemlerinden kurtulacaklarını zannediyorlar. Kendilerini çeşitli oyuncaklarla oyalasalar da canları her an iğnelenmekte, huzurları daima zedelenmektedir. Aklı uyutmak için alkole hatta uyuşturucuya müptela oluyorlar.

Deve kuşu, avcıyı görünce başını kuma sokarmış. İnsanların da tevekkül etmeyip kafasını gaflet kumuna sokması deve kuşunun haline benziyor. Hülasa, insanın eline bakan insanın kulu; sebeplerin ötesindeki Allah’ın eline bakan Allah’ın kulu haline gelir.

Tevekkül anlayışının en veciz ifadesi hadis-i şerifte geçtiği gibi şu olsa gerek: “Çalışmak âdetim, tevekkül hâlimdir.”

“Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki esbabı dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek ve esbaba teşebbüs ise bir nevi dua-yı fiilî telâkki ederek, müsebbebatı yalnız Cenâb-ı Hakk’tan istemek neticeleri O’ndan bilmek ve O’na minnettar olmaktan ibarettir.” (Sözler) 

(Yeni Şafak, 23.02.2023)