İnsanı robottan ve hayvandan ayıran en önemli özelliğin ne olduğunu soruyordu eğitim müfredatında görevli bir arkadaşımız. Cevap olarak şunları söylediğimi hatırlıyorum:

İnsanı hayvandan ayıran en önemli bir özellik, yani insan olmanın bir alameti farikası yaptıklarının anlam ve hikmetini bilmesidir. Bildiğimiz şeyin mümkün olduğunca şuuruna varabiliyor ve açıklayabiliyorsak, bir de öğrendiklerimiz irfana dönüşmüşse insaniyet mertebesinde yol almışız demektir.

Düşünün ki siz bir öğrenme mekanizması ile donatıldığınızı bilmiyorsunuz, beynin nasıl öğrendiğinin farkında değilsiniz, bilgi ve eğitimin ne anlama geldiğinin şuuruna varmamışsınız, beyin boş bir kutu, bu boş kutuya habire bilgi yığmayı eğitim zannediyorsunuz. Bilginin sürekli yenilenen canlı tabiatının farkında değilsiniz.

Buradan konuyu şuraya getirmek istiyorum:

Bir ülke evladı düşünün ki, 12 yıl okuyor ardından 4 yıl üniversite daha okuyor, yani hayatının 16 yılını eğitime ayırıyor. 16 yıl boyunca aile bunca masrafa giriyor. Haftanın 5 günü okula gidiyor, yazıyor ve çiziyor. Bu 16 yılın sonunda bu kişi, mesleğini doğru dürüst öğrenemiyor. Mezun olunca da iş bulamıyorsa, ortada süregiden çok büyük yanlışlık vardır.

-Peki nedir bu yanlışlık?

Hemen kısace cevap verelim. Eğitimde kimlik problemi var. Öğrenci okula niçin gittiğini bilmiyor. Eğitime vizyon ve misyon kazandırmış değiliz.

-İhtiyacımız olan şey nedir peki?

Birincisi, ihtiyacımız olan şey okulların uygulama ile tanışmış olmasıdır. İkinci olarak da kontenjanlar mutlaka ülke ihtiyacına göre belirlenmelidir.

-Eğitim deyince bu konuları hep göz ardı ediyoruz. Gündemde sınavlarda nasıl başarılı oluruz konusu var. Halbuki öncelikle çocukların meraklarını nasıl geliştiririz ve bilimi nasıl sevdiririz konuları gündeme gelmiyor. Bu duruma nasıl geldik?

Şunu da unutmayalım ki eğitimin kimlik problemi halledilmedikce muhteva sorununa çözüm bulmamız mümkün olmayacaktır. İlimden irfana giden yol açılmayacaktır bu takdirde. Milli Eğitim Bakanlığı sürekli bu yanlışı yaptı. Bu yüzden sistem yap-boz halini aldı.

-Niçin?

Eğitimin neye hizmet ettiği; okullara niçin gittiğimiz belli olacak. Bunun için de insanımızın tarih yapmasını mümkün kılacak temel inanç ve imanî kaynakları, medeniyetinin kurucusu, çığır açıcı şahsiyetlerini eğitim sistemine dahil etmeye yönelik projeler üretilecek…

Sonra da eğitimin felsefesi ve eğitimi niçin yaptığımız konusu açıklığa kavuşturulacak.

İki asırdan beri Garp taklidine özeniyoruz. Memleketimizde genç ruhlara sunulan herşey, program, kitap, metot, hepsi Batının malını aktardığımızdan çocuklar elimizde kendimize ait bir şey olmadığına inanmaya başlıyorlar. Güvenler bu yüzden gelişmiyor. Hattâ, mektep binalarımız bile yok. Başkasının malı ile yarışa katılamıyoruz.

-Mekanik bilgiye odaklı, teste dayalı (sınavcı) eğitim anlayışı mı sebep oluyor tüm bunlara? FETÖ okulları ve kursları ülkemize bir “Paralel Müfredat” “armağan” etmişti. Yani ÖSYM nin teste dayalı “parelele müfredat” uygulaması MEB’in müfredatının önüne geçiyor, hatta ezip geçiyor. Okullarımız ve özellikle kurslarımız o “armağan”a dört elle sarılmaya devam ediyor maalesef.

Sonuç olarak, teste dayalı yapı temel eğitim/sınav metodu olarak hala devam etmesini eğitimde yozlaşma ve bozulmanın temel kaynağ olarak görebilir miyiz?

Okullarının dejenere edici eğitim uygulamaları ile dershaneler yaygınlaşmış, okullar da bir tür “dersane” formatına bürünmüştü. Eğitime "zehirli bir armağan" da bırakmıştı: Teste dayalı eğitim. Önceki Milli Eğitim Bakanları gibi son Bakanımız da ilk geldiği günlerde söylemleri ile bu tarz eğitimi kaldıracağına dair vaatlerde bulundu. Söylenenler icraata yansımadı. Üstelik Dersane eğitimi de kalkmadı, Özel Eğitim Kursları adı ve değişik şekillerde devam ediyor. Hatta daha da yaygınlaştığını söyleyebiliriz. Son yıllarda özellikle son on yıldır MEB’de teftişlerinin neredeyse tamamen kalktığını dair bilgiler alıyoruz.

Teste dayalı eğitimle yapılmak istenen şudur: Bilgiyi işaretlemeden ibaret kalan “test metodu” ile konuşamayan, düşünemeyen, hatta yazamayan bir toplum haline gelmek. Genlerimize kadar işleyen “teste dayalı eğitim” virüs gibi hızla yayılıyor ve mantar gibi eğitimi çürütüyor.

Teste dayalı bu yapı, okulları içten içe bitiren “eğitim engeli”dir. Varlığını sürdürdükçe eğitimin iflah olması mümkün değil.

İnsanımızı çok sahada üretkenlikten bu kadar uzak kalıyorsa, sorunlarının altında kalıyorsa, asıl bir neden budur: Bilgi ve sınav odaklı eğitim... Üstelik, bu “tek doğrulu eğitim” kolayca kutuplara ayrılabilen tepkisel bir toplum haline gelmenin temeli olmaktadır.

Bu bir yana uygulamadan ve etkileşimden yoksun günlük sekiz on saat “otur ve beni dinle” modu içinde süren dersler öğrenciyi bunaltmakta; eğitim bir “işkence” halini almaktadır.

-Konuyu biraz açabilir miyiz? Çözüm nedir?

Bu tarz eğitimin önce çıkardığı, “kısır sorulardan” vazgeçip, “doğurgan soru sormayı” eğitimde öncelik haline getirerek bir “zihinsel açılım projemiz” olmalı. Hoca maharetini “doğru cevapları” sunmakla değil, “ilim hazinesinin” anahtarlarını vermekle (doğru soru sormakla) göstermeli. Bunun için öğretmen yetiştirme programımız hayata geçirilmeli.

Dönüşümün odağında muallim bulunuyor. Hocalarımızı öyle yetiştirmeliyiz ki; proje yapmaya (araştırmaya) götüren sorular hazırlayabilmeli.

Onun için “ilim hazinedir, anahtarı sorulardır” denilmiştir. Önemli olan bilginin üretilmesi ve kullanılması olduğuna göre hazineyi açacak soruları bulabiliyor muyuz?

Mevcut öğretmen ve sınav sistemi ile geldiğimiz nokta vahim . İstenildiği kadar Batılı ülkelerdeki sistemler örnek alınsın, bize asıl gereken şey ruh yoksunluğundan kurtaracak ilimler vermektir. Batı’dan taklitle aktarma yollar gelen materyalist düşünme şekli, tarihî şuurumuzu ve kendi millî şahsiyetimizi yok etti. Pozitif bilim adına da gelinen nokta ortada. Bilimin kendisini değil şeylerin adını öğreten/ezberleten bir eğitim sistemi hakim.

Topçu, insan şahsiyetinde eğitimle kazandırılacak iki unsura dikkat çeker: Bunlara “Rûhî ve içtimâî unsurlar” der. Rûhî, olanlar şunlardır: Hayâller, ümitler, idealler, sonsuzluğa giden tüm manevi duygular ve manevi kuvvetler ... içtimâî unsurlardan kastedilenlerse; insanın toplum içindeki yeri, başkaları tarafından değerlendirilmesi ve hayattaki rolüdür.

-Eğitimimizde hem ruhi hem de içtimai olarak olmayan iki şeyi öğrenmiş olduk. Ancak Milli Eğitim Bakanlığı eğitim sorunu deyince bu iki boşluğa hiç bakmadı. Bu kaybettiğimizi yerine nasıl koyabiliriz?

Asıl meselemiz; bilimi kendimize mal etmek, kendi referans sistemlerimizi kurmak… Gençlere “ithal” bilimi okutarak “milli” ve “yerli” düşünmesini, memlekete faydalı olmasını bekleyemezsiniz.

Bilim evrenseldir ama hedefleri milli olmak zorundadır. Bilim sizin kültürünüzün, dininizin, ekonominizin, sanatınızın emrinde olacak.

Eskiden mekteplerde ahlak dersi vardı. Adap öğretilirdi. Her dersin, önce usulü öğretilirdi. Şimdi ahlak yerine etik diyoruz. Hikmet insanı nasıl Allah’a bağlıyorsa, ahlak da Allah’a bağlıyor. Etik denilen şey maddeyle ilgilidir. Maneviyatı ve ahlakı dışlamak için etik denilmiştir.

Mesela pragmatizm diye bir şey var şimdi. Pragmatizm akımının ismi Charles Sanders Peirce diyor diyor ki: "Doğru yoktur, menfaatim neredeyse doğru odur."

İşte bakın Batı Felsefesini aynı ile alırsak, menfaat esas halini alır. Batı’nın sömürü üstüne sömürü düzeninin aleti haline gelirsiniz.

Çözüm arayışında olan Milli eğitim Bakanlığının yanlışı buydu: Kendi kültürel, entelektüel paradigmalarımızdan yola çıkarak yapmadı. . Kendi omurgamızı, kültürümüzü, değerlerimizi merkeze almalıydı. O takdirde diğer kültürlere de açılalım.

-Milli Eğitimde çözümlerin hep ertelenmesi ve çözüm adına yapılanların yap boz sil baştan uygulamaları şeklinde kalmasının ana nedeni bu yanlış bakış mı?

Medeniyet kendi tekniğini üretir öyleyse kendi metafiziğimize ait teknik üretimine geçeceğiz. Teknik kendi kültürümüzden doğacaktır. Bilimde ve eğitimde kendi referans sistemlerimizle ayağa kalkacağız. Kendi modellerimizi ortaya koyacağız. Her bilimsel ifade eğitime dair her metot kendi kültürümüzün çocuğu halini alacak.

Bu eziklik içinde Batı kolayca kendi sistemini dayatıyor bize Eğitim sistemininizin felsefesi yoksa düşünce üremezsiniz demişti Nurettin Topçu.

Kendi metafiziğimize ait teknik üretimine geçmek zorundayız. Teknik kendi kültürümüzden doğacak. Bilimde ve eğitimde kendi referans sistemlerimizle ayağa kalkabiliriz. Kendi modellerimizi ortaya koymalıyız. Her bilimsel ifade eğitime dair her metot kendi kültürümüzün çocuğu halini almalı.

Milli Eğitimde çözümün anahtarı buradadır.